KONU: KUTSAL
(Bursa/Görükle Gençlik Merkezi
4.Kasım.2022 tarihli söyleşiden kesitler)
-Yeni müslüman olacak biri bize “niye Kâbe?” Diye sorduğunda Ona Allah (cc) emrettiği için diyebiliyoruz. O muhtemelen şöyle sorabilir; “Yani Allah (cc) başka yöne deseydi başka yönde olabilir miydi? Bu sırf Allah (cc) dedi diye olan bir şey mi? Yoksa Kâbe'nin kendisinde bir şey mi var?” Bu batıl dinlerdeki kutsallık anlayışını sezdiriyor. Allah'tan (cc) ayrı kendisinden ötürü bağımsız bir kutsallık… Biz gayet rahat bir şekilde diyoruz ki: ’'Hayır, sırf Allah emrettiği için.’’ Öylece kalır mıydı mevzu? Hep Kâbe başından beri olsaydı mevzu öyle kalırdı ama şimdi söyleyeceğimiz daha çok şey var. Ona diyoruz ki: ‘’İlk başlarda Cenâb-ı Hak bize başka bir yöne istikamet verdi. Dedi ki Beytülmülmaktis'e dönün. Bu ümmetin ilk insanı Peygamberi hem de Kâbe'nin dipte olduğu halde Arap yarımadasında, Mekke'sinde olduğu halde yönünü Beytülmakdis'e dönüyordu. Medine'ye hicret etti, yıllar geçti 13 sene geçti. Sonrasında Medine'ye geldi. Üstüne bir sene geçti, 17 ay geçti. Beytülmakdis'e dönüyorduk. Ne sabah namazımızda, ne öğlenimizde, ne ikindimizde, ne akşamımızda ne yatsımızda Kâbe'nin yeri yoktu. Niye o zamanlar Beytülmakdis'e dönüyorduk dersin.’’ ‘’Ha gerçekten öyle mi? Demek ki siz gerçekten Allah (cc) o yöne döndürdüğü için dönüyormuşunuz ve bunu kanıtlamışsınız.’’ Dolayısıyla yönün, mekanın kendisinden kaynaklı bir kutsallık ve bir uluhiyet yok. Çünkü ilahlığa, özünde kendisinden menkul bir kutsallıktan söz ederseniz; bu batıl dinlerdeki gibi bir şey olur ve artık ondan hayır beklersiniz. Onun bir kişiliği vardır duyar, yetişir, etkili olur vesaire vesaire. Batıl dinlerde bunların çeşitleri çoktur ve en belirgin yansıması da kişilerin onlardan artık Allah'tan ayrı özde bir kutsiyet ve kişilik affettiği için artık onlara da seslenebilir onlardan da hayır ve şer umabilir. Çünkü artık bir kişiliği ve etkisi vardır. Kendinden menkul bir kutsiyeti söz konusu. ‘‘Kâbe zaten kutsal olduğu için Allah da (cc) elbette oraya yönlendirmek zorundadır’’ gibi sanılabilirdi. Bizdeki kutsallık kavramının birinci derecede yer alacağı Kâbe yapısı dahi Allah (cc) daha başından itibaren planlı bir şekilde bize kutsallık mefhumunun ‘’Kuddüs’’ olan Allah’ın (cc) emrettiği her şeyde olduğunu, yönlendirdiği her şeyde olduğunu, söylediği her şeyde olduğunu ama sadece Allah'tan (cc) ötürü… Geri aldığı hiçbir şeyde de kalmadığını. Mesela bugün dönüp Beytülmakdis'e ibadet etsek yanlış yaparız. Ee vaktiyle Cenâb-ı Hakk emretmiş idi. O zaman emri gereği o istikamete dönülüyordu. Şimdi aynı Allah’ın (cc) emri gereği Kâbe’ye dönüyoruz. Vahiy devam etseydi üç beş sene sonra Cenâb-ı Hakk şimdi Kâbe istikametine değil de doğuya döneceksiniz yahut kuzeybatıya döneceksiniz deseydi, denize döneceksiniz deseydi… Cenâb-ı Hakk nereye derse oraya dönüyoruz. Yerin burada bir önemi yok. Emrin önemi var. Çünkü ‘’Kuddüs’’ olan Allah’ın (cc) zatıdır. O (cc) bir şeyi emrederse, o bizim açımızdan yerine getirilmesi saygı duyulması gereken, Allah’dan (cc) ötürü tanzim edilmesi gereken. Bu saygınlıktan bahsediyoruz. Yoksa kendisinden ötürü değil. Bu kutsallık mefhumunu Cenâb-ı Hakk’ın Kâbe üzerinden bize öğretti.
-Bir gün bir genç “Hocam, ben bir garip hissettim. Böyle Kabe’ye gidip önünde eğiliyoruz falan, oranın ne özelliği var?” dedi. “Niçin onun önünde bu kadar adam hep yere kapanıyoruz, yani koca koca insanlarız. Hani biz Allah'tan başkasına tapmıyoruz, hani Yaratıcımızdan başkasına tapmıyoruz ama bu bir taş, bir yapı?” dedi. “Bende böyle bir sıkıntı oldu” dedi. Diğer arkadaşları da hemen o demişken evet hocam kendi aramızda da konuştuk vesaire, dediler. Anladım ki burada Kâbe'ye atfedilen bu anlayıştaki kutsallık tıpkı Kureyş müşriklerindekine benzer bir şey. İslam'ın o yıktığı, üzerinden yıllar yılı buldozerle geçtiği, peygamberine kıbleyi başka yöne tahsis edip adeta Kâbe'yi dikkate bile almadığı sürecin bilgisi onlarda hiç yok ve etkisi de hiç yok. Başladım hikayeyi baştan anlatmaya: Hz Ömer’i (ra) bilirsiniz. Hacer-ül Esved'in yanından geçince, ona dokunup demiş ki: ‘'Ben biliyorum taştan öte bir şey değilsin ve herhangi bir hayır ve zarara da malik değilsin yani bir etkin ve yetkin de yok. Özünde kendinden menkul bir uluhiyetin, kutsallığı -bu anlamda batıl dinlerde böyle çünkü- olmadığını biliyorum. Zaten bunları yıkarak geldik buraya.’’ Hz. Peygamberin öğrettiği şey buydu ve onlara Resûlullah’ın (sas) şu ifadelerini anlattım. Dedim ki: Rasûlullah (sas), Mekke'de fethedildikten sonra bir gün Hz. Aişe’ye (ra) diyor ki:
“Rasûlullah (s.a.v.) bana şöyle dedi: Eğer kavmin yakın geçmişte kâfir olmasaydı (eğer yakın zamanda İslam'ı kabul etmemiş olsalardı) Kabe'yi yıkar ve onu temel üzerine yeniden inşa ederdim. ) İbrahim tarafından; Çünkü Kureyşliler Kabe'yi inşa ettiklerinde onun (yüzeyini) daraltmışlardı; ben de arka tarafına (bir kapı) yaptırırdım.” (Şahin-i Buhari/1333)
Bizler ancak Allah'a (cc) dua eder ve ancak Allah'tan (cc) umar, Allah'tan (cc) bekleriz ama kutsallık algısı cahiliyeden belli kırıntılar barındırıyorsa o bakmışsın işte böyle yerden bekler, ortamdan bekler, yatırdan bekler, ahşaptan bekler, duvardan bekler taştan bekler. Artık ne kadar hala cahiliyeden içinde belli şeyler varsa onlar üzerinden hayrı celp edebilmeyi belli araçlar üzerinden üretmeye çalışır.
Bütün değişimleri, gelişimleri, başlangıcı yaratma itibariyle ve süreci yaşatma itibariyle tamamen O’ndan (cc) bildiğimiz bu tevhid düşüncesi. Bu düşüncede asla o batıl anlayıştakine benzer kutsal figürler, yerler, mekanlar yani içinde uluhiyet barındıran ve dolayısıyla Cenâb-ı Hakk'ın yönetim sisteminde araya bir enzim gibi girip çıkan, etkisi beklenen şeyler yoktur, etkisizdirler.
-Peygamber (sas) buyuruyor ki: ‘’Yeni çıkmış olmasalardı cahiliyeden Kabe’yi yıkardım.”
Sonra onu yeniden inşa ederken, ona iki kapı kılardım iki kapı. Şu an bir tane kapısı var biliyorsunuz ama Rasûlullah (sas) ‘‘ben ona iki kapı yapardım’’ diyor ve kapıları ‘‘hemzemin kılardım’’ yani yer seviyesinde çünkü o orijinali böyle yer seviyesinde. Bir yerin kapısı bir mabedin kapısı nasıl olur? Yerden olur. Niye durduk yerde ona merdivenler, basamaklar yapıp yükseltirsin. Kim yaptı basamakları? Müşrikler yaptılar çünkü Kâbe'yi kutsadılar. Herkesin içine girip çıkamadığı, içinde kutsal figürlerin, resimlerin, okların, putların olduğu bir yer. Bu oligarşik düzen Kâbe'nin ve içindekilerin kutsallığı üzerinden halkı yönetiyor. Onun ilişilmezliğine, dokunulmazlığına ve üstünlüğüne herkesin düz ayak giremeyeceği bir yer. Allah'ın Resûlü (sas) bu oradan kalma görünümden rahatsızlığını ve bunun beslediği kutsallık anlayışı ile problemli oluşunu anlatıyor. Rasûlullah (sas) Kâbe'yi yıkmayı dilermiş. Kapısını hemzemin yaparmış. Ne yapacak acaba? Diyor ki: ‘‘Bir tarafından girsinler diğer tarafından çıksınlar.’’ Mabet burası, girsinler içinde namazlarını kılsınlar. Kılan çıksın, namaz Kâbe'nin içinde başlar. Taşınca diğer camilerde nasıl taşıyorsa dışına öyle taşar. O zaman kimse bu Kâbe'ye kulluk ediyoruz demez. Giriyoruz içine ibadet ediyoruz. Sığan sığıyor, sığmayan dışarı taşıyor. Şimdi caminin dışına taşıp ibadete devam edenler caminin duvarına kulluk ettiği evhamına kapılıyor mu? Hayır, aynı onun gibi olurdu.
-“Yeryüzünde insanlar için yapılan ilk mâbed, bütün insanlık için bir bereket kaynağı, bir hidâyet rehberi ve bir yönelme merkezi olan Mekke'deki Kâbe'dir. Orada apaçık deliller, alâmetler ve İbrâhim'in makâmı vardır. Oraya giren herkes emniyette olur.” (Âli İmran-96,97)
“Doğu da Allah'ındır, batı da. O halde nereye dönerseniz dönün, Allah'a yönelmiş olur, O'nu karşınızda bulursunuz.” (Bakara-115)
Allah (cc) bir yöne, özellikle bir mekana hapsedildiği için değil ama sizin birliğiniz açısından ve aynı dinin müntesipleri açısından böyle bir kıble tayini söz konusudur ve bu kıblenin özünde kutsal olmadığı, başka yönlere de tayin edilebildiği günlerden kalma bir hatıra ile ispatlanmış durumdadır.
Madem ki eşyalara, nesnelere kutsallık atfetmekten kurtulduk, Allah'ın (cc) yarattığı canlıları her şeyi Cenâb-ı Hakk’ın kulu olarak biliyoruz. Hiç birini Allah'ın (cc) ortağı olarak görmüyoruz. Hiçbirini Allah (cc) katında kulluktan bir tık üstte çıkarmıyoruz, buna peygamberler de dahil. Cenâb-ı Hakk Allah Azze ve Celle Resûlünü (sas) bize Allah'ın (cc) kulu olarak anlatıyor.
Aranızda ‘‘Ey Ruhul Kudüs, bana biraz yardım et’’ diyen, diyebilecek olan var mı?.. Bir Müslümanın bunu aklından bile geçirmesi düşünülemez. Aranızdan hiçbir kimsenin ‘‘Ey Kâbe bana yetiş’’ demesi söz konusu olabilir mi?.. Kâbe'nin böylesi etkin, Allah (cc) gibi kim nerede olursa olsun işiten, duyan ve yetişen bir uluhiyete, ilahlığa sahip olduğunu... Dolayısıyla bizde kutsiyet anlayışı batıl dinlerdeki gibi asla bu tarafa kaymaz.
“Kim Allah’a ait nişânelere saygılı davranırsa, bu kalplerin takvâlı olmasındandır.” (Hac-32)
Madem ki Allah (cc) seçip tavafı bu beytin etrafında bize teşrii etmiş, bu anlamda bu saygınlığını ve değerini tanıyoruz. Gidip herhangi bir mabedin etrafında dönerek ibadet etmeyi kabul etmeyiz. Cenâb-ı Hakk onu Kâbe'ye özgüledi, kutsallık anlayışımız bundan ibaret. Yoksa Kâbe'nin özünde kendisinde bir uluhiyet saklı olduğu... ‘‘Cenâb-ı Hakk bunu herhangi bir başka yere yapabilir miydi’’ sorusuyla deşifre ediyoruz. Elbette yapabilirdi, o zaman O (cc) nere derse orası olurdu. Bizim Kâbe hiçbir zaman derdimizde olmazdı. Her nereye yönlendirirse oraya dönerdik. Bunu yaşayarak kanıtladık.
Bir başka husus, kişilerin kutsanması kutsallaştırılması. Onların masumiyet zırhına büründürülüp uluhiyet ile bir miktar ilahlık üzerinden insanlığın bir tık üstüne çıkarılması. Böylece sorgulanamaz, eleştirilemez, asla söylediklerinde yanlış aranmaz ne derse yapılır, biçiminde bir kutsallık ile tıpkı batıl dinlerdeki gibi bezenmesi süslenmesi. Bu da yine şeytanın kutsallık mefhumu üzerinden eşyaya yaptıklarını, Kâbe gibi mabetler gibi yatırlar şunlar bunlar gibi yer yer salih insanlar üzerinden de aynı mekanizmaya çalıştırmak istiyor. Alim insanlar üzerinden de aynı mekanizmayı çalıştırmak istiyor. Böylece onların kutsal olduklarını, asla yanlış konuşmayacaklarını, böylece bu denli Cenâb-ı Hakk'a yakın bulunup artık hatadan ari olduklarına dair ve dolayısıyla da hürmet edilmeleri kesin kes ve asla, yanlışlarının ihtimal dışı kaldığı bir boyutta ve Allah’a (cc) eşleşmeleri o denli ki neredeyse Cenâb-ı Hakk'ın artık belli ölçüde hayrını Allah (cc) namına dağıtan, etrafta pay eden aradaki kademedeki belli roller ile bezendikleri bir veya süslendikleri bir veya en azından tasavvur edildikleri bir biçime sokulması. Bu bahsettiğimiz çerçeveyi taştığı sürece isterse Hz. Mesih (as) için Allah'ın Peygamberiydi bunu tasavvur edelim asla haklı çıkmayız. Bu batıl olur, yanlış olur. İstersek aynı şeyi Resûlullah (sas) için düşünelim. Bu batıl olur, yanlış olur. O Rasûlullah (sas) değil mi ki buyurdu ki: "Hıristiyanların Meryem oğlunu övdüğü gibi beni övmek konusunda aşırıya kaçmayın, çünkü ben yalnızca bir kulum. O halde beni Allah'ın kulu ve elçisi olarak adlandırın.” (Sahih-i Buhari/3445)
Cenâb-ı Hakk'a istiğfar eden, bağışlanma dileyen Allah’ın (cc) kulluğunda gecesiyle, gündüzüyle ibadete adanan ve yegane karşılığın ve sonucun ve iradenin ancak ve ancak Allah'ın (as) elinde olduğu, O’nun (cc) dışındaki hiçbir şeyde uluhiyetten ve bu anlamdaki kutsallıktan her hangi bir iz ve emarenin bulunmadığı tertemiz bir akide ve inanç üzere bize dini anlattı, yaşadı ve bu hayattan ayrıldı.
Prof. Dr. Hfz. Halis AYDEMİR
https://www.youtube.com/live/rb9ernVfenY?si=AFSrBrocgBN4Truf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder