31 Ekim 2023

Gençlerle Söyleşi-100

KONU: AŞK


(Bursa/Görükle Gençlik Merkezi 

13.Ocak.2023 tarihli söyleşiden kesitler)



-Aşk.. Diğer duygular gibi bu duyguyu da dünya hayatında önümüze çıkan sınav etkenlerinden bir tanesi olarak görebiliriz. Dolayısıyla aşk sınav faktörlerinden bir tanesi ise her sınav faktöründe olduğu gibi bir defa yönetilebilir olması lazım. En çok da aşkla ilgili olan yaygın iddia bunun yönetilemez olduğudur. Çeşitli dillerde, milletlerde buna dair söylemler var. Bizim dilimizde de şöyle söyleniyor: “Gönül ferman dinlemez” Dolayısıyla yani denmek isteniyor ki: ‘’Aşk kişinin iradesi dışında üzerine kurulan bir baskıdır. O kimse, bunu yönetemez, aşkın emrindedir. Onu kara sevda yönlendirir.’’ Kendisini o diğer sevdalı olduğu kişiye ram edebilir. Yani kölelik gibi, esaret gibi bir bağlantı bu. Onun tutkusu içerisinde kendisini feda edecek, heder edecek kadar peşine sürüklenebilir. Dahası etrafında buna dair bir engel olursa, engel çıkaran olursa, eşyadan, insandan, bunları aşmaya dair çok ciddi bir kararlılık gösterebilir. Eğer bunu böyle takdim ettikleri şekliyle kabul edecek olursak, o zaman kişinin iradesini baskılıyorsa, ona irade bırakmıyorsa o zaman sınav faktörlerinden biri denemezdi. Çünkü sınavda hangi sınav sahnesi olursa olsun, o sınav sahnesinde hangi duygu üzerinden kişi sınava tabi tutuluyor olursa olsun, bu duyguyu yönetebilmesi, aşabilmesi, kendisini zapt edebilmesine dair imkanı olması lazım. Eğer böyle bir imkanı yoksa sınanmıyor demektir. Prangalar eşliğinde yani mahkum edilmiş bir şey için sonuç zaten belli demektir. Kazanabilme ihtimali olmadığı bir sınav düşünebiliyor musunuz? Hangi sınav olursa olsun, sınanan kimsenin istediği takdirde, çabasını, gayretini belli ölçüde ortaya koyduğu takdirde, bundan başarıyla çıkabilmesi esastır. Diğer türlüsüne sınav denmez.Yani bir labirentin içine sokmuşsunuz, çıkışı yok. Her halükarda ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ne kadar farklı yolları denerse denesin mümkün değil, kısılmış durumda. Böyle bir şeye sınav denmez. Bizi dünya hayatında irademizle yaratan ve evet bizde parazit duygular var eden Cenab-ı Hak ama bize bu duygulara karşı kendimizi sevk ve idare edebileceğimiz belli cevherler de verdi. Dolayısıyla ilk olarak gerek böyle bir duygunun içerisine düşmüş bir kimseye vereceğimiz telkinde, gerek o duygunun içersine biz düşmüş isek veya gün gelir de düşer isek kişinin böyle bir durumda doğrudan, esasen bilmesi gereken şey, bunun yönetilebilir bir durum olduğudur. Yönetilemez olduğuna dair düşünce biçimleri sadece bir kandırmacadır, kişinin bunun üstesinden gelmesi gerekir. Peki duyguların üstesinden nasıl gelinir? Elbette analiz edilerek, durum incelenerek. Kişinin durumu düşünmesi… Çünkü düşünme becerisi ve yetisi, kişinin akletme donanımı bütün duygularının fevkindedir. Dipte bir yerde ayak altında değil. Kişi akletme düşüncesiyle hepsinin üzerine çıkabilir. Yani en köklü alışkanlıkların, en yerleşik tutkuların bile üzerindedir kişinin düşünme becerisi, akletme yetisi. Durumu değerlendirip durumun eğer karar verirse gereksizliğine, kötülüğüne, yararsızlığına ne kadar onda güçlü bir yer edinmiş olsa bile bundan çıkabilir. Yani öyle alışkanlıklar var ki mesela sigara,alkol gibi. Ne diyorlar; “kafada bitiyor” Kişi durumu değerlendirip “Ben buradan artık çıkmalıyım” kararını verdiğinde, bunun kendisine zarar verdiğini artık iyice değerlendirip bu odaktan çıkıp meseleye yaklaştığında bir karar ile bunu aşabiliyor. ‘’Aşk’’ konusunda beyin ve kalp ikilemi de söz konusu. Yani bilindiği şekliyle insanlar, mantıklı olan tarafını daha beyine dair süreçler olarak görüyorlar. Kalbe dair tarafı da daha duygusal süreçler olarak görüyorlar. Bu yaygın kanaat böyle. O yüzden “aklını dinle” dediğiniz zaman bir aşığa, yani sevda duygusunun etkisinden çık daha mantıklı düşün, bu kişi sana uygun birisi değil, demiş gibi oluyoruz. Ama o bize ‘’yok, kalbimi dinleyeceğim’’ derse o zaman da şunu demiş oluyor; “Yani evet bu birlikteliğin bana uygun olmadığını, zararlı olduğunu beynimle kestirebiliyorum ama kalbimle duyduğum o cazibeye karşı duramıyorum veya kalbimi yeğliyorum, onu tercih ediyorum.’’ Çoğunlukla kullanıldığı şekli böyle. Halbuki biz Cenab-ı Hakk’ın yani bizi Yaratanın, bize anlattığı, bize bizi anlattığı yerde görüyoruz ki esasen akletme kalp tarafına bakan bir şey. Yani kişinin daha ‘’mantıklı düşünme’’ dediğimiz, meseleyi daha serin kanlı ele alma dediğimiz, konuya daha objektif bakabilme dediğimiz tarafı aslında kalple olan yaptığı değerlendirme. Beyin daha sistematik çalışan,daha fonksiyonel ve ruhsuz bir yapı gibidir. Sözgelimi gördüğü bir güzellik karşısında diğer güzeli daha güzel bulabilir, karşılaştırabilir. Daha estetik,hoş bulabilir. Elinde bazı ölçütler ile bunları yapabilir. Bir hard diskteki işlevler gibi işlemler gibi. Ama neticede bunca verinin üzerine daha bütüncül bir anlam kurulacaksa buna karar veren odakta bizim ruhsal merkezimiz, kalbimiz var. O bakımdan muhtemelen tam tersi, tutkuyla bağlanan ve gördüğü o güzele gördüğü bir fizik üzerinden adanan taraf daha ziyade insanın akletmediği, kalbine indirmediği, heva ve arzularının etkisiyle, duygularının etkisiyle kısaca sonuçlandırdığı bir şey. Peki bir insan böyle bir duruma girdiği zaman kalbiyle bu meseleyi nasıl ele almalı? Cenab-ı Hakk'ın dediğine göre insanlardan öyleleri var ki: “Allah'tan başka varlıkları O'na denk tutar da, Allah'ı sever gibi onları severler. Gerçek mü'minlerin Allah'a olan sevgileri ise, her şeyden daha sağlam ve daha kuvvetlidir.” (Bakara-165)

  İnsanlardan öylesi var ki bazı şeyleri sevip Cenab-ı Hakk’a denk görüp seviyorlar ve onları Allah'ı sever gibi seviyorlar.

  “Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.” (Âli İmran-14)

  Bunlara dair kişinin belli bir sevgisi vardır ve bu sevgiyle onlara bağlanır, bu sevgileriyle mutlu olur veya bu sevgilerin eksilmesinden ötürü hüzne boğulur.. Hepsinin yokluğunda insana  belli ölçüde depresif etkileri vardır. Ama irademiz, akleden yanımız bunların hepsinin üzerindedir. Akleden yanımızı işletirsek, irademizi devrede tutarsak hepsini yönetebiliriz ve sevgimizin istikametini de istediğimiz yöne çevirebiliriz. Eğer bunu yapmazsak ne olur? O zaman  güdülenen bir varlığa döneriz, bu bizi köleleştirir. Gün gelir bir erkeğin yahut kızın kölesi, gün gelir bir işin, malın, arkadaşın kölesi, gün gelir başka bir sevdanın, tutkunun kölesi halinde yol alırız ki hiçbir zaman kendimiz olamayız. 

  İnsan pek çoklarını beğenebilir ama aşık olduğunu söylediklerinde o kişiyi bir miktar eşsiz ve benzersiz yani özgün, tekil görme düşüncesi kişide hakim oluyor. Yani “Onu ben kaybedersem başka benzerini bulamam’’ düşüncesi. O yüzden bu bağlantıya yol açıyor. Eğer “Daha iyisi, daha güzelleri de vardır tabii ki’’ diyen bir kimsenin böyle bir tutkuyla kara bir sevdaya girmesi söz konusu olmayabilir. Dolayısıyla belli bir biçimde onu eşsiz algılıyor ve o eşsizliği hemen mantıksal olarak vazgeçilmezliğine dönüşüyor. Çünkü onunla yenişecek, ondan daha güzel birini bulamayacağına kendini kandırdığında o zaman bütün hisleriyle onunla bağlantıya geçiyor ve o vazgeçilmez hale geliyor. İşte yönetilmesi en zor olan duygu bu.

Dolayısıyla kilidi düğümlendiği yerden çözmek lazım. Kilit nerede düğümlendi? “Ondan daha güzeli yok, bunun benzerini bulamam, bundan daha iyisi yok, hayatımda bir kere karşıma çıktı, onu da kaçırmamalıyım’’ düşüncesi içerisinde olunca o zaman ona öyle bir bağlantıyla bağlanıyor ki çıkamıyor o bağlantıdan. Ta ki bu blokajı kırana kadar. Cenab-ı Hak hiçbirimizi, etraftaki hiçbir ilginin mutlak surette mahkumu etmemiştir. Ne malın, ne mülkün ne aşkın ne sevdanın, ne dostun ne arkadaşın ne arabanın bineğin ne kariyerin. Hepsini aşabilecek bir biçimde bize hem akleden bir potansiyel verdi, hem de bunlara dair deneyimler verdi. Bize rağmen deneyimler verdi.


-“O’na benzer hiçbir şey yoktur.” (Şura-11)

   O (cc) asla etrafımızdaki benzerlerimizden birisi değil. Belki öyle birine doğru giden sevgiyi, koşut bir biçimde yaşayabiliriz etrafımızdaki sevgiler eşliğinde. Bu güzel bir çıkış noktası, kişi çocuklarıyla koşut bir sevgiyi, o mutlak sevgiye doğru yolculukta kendisine destek kılabilir. Bunun adı; ‘’Allah (cc) için sevmek, Allah'tan (cc) ötürü.’’ Hani “Yaratılanı Yaratandan ötürü sevmek’’ gibi ve bu kapsamın içerisine her türlü, eş sevgisi de, arkadaş sevgisi de, anne sevgisi de, baba sevgisi de girebilir ve bu o büyük sevginin gölgesinde O’ndan (cc) ötürüdür ve her türlü ve çeşidiyle O’nu (cc) hatırlatır. Bütün herkesle birlikte yolculuk O’na (cc) doğrudur. Ama bunlar içerisinde O’nunla (cc) karşıt bir sevgi türü bizi zorlarsa, bizi kendisine çekmeye çalışırsa orada yollar ayrılır. Çünkü O’na (cc) duyulan o mutlak sevgi vazgeçilmezdir. Sebep? Çünkü O (cc) eşsiz ve benzersizdir, O’nu (cc) dengeleyecek, bulunca ‘’Evet, iyi ki onu kaybetmişiz’’ dedirtecek başka hiçbir sevgi yoktur. Halbuki insanlar içerisinde hepsinin yeri dolar hatta bazen daha iyi dolar. Hepsi aşılabilir, geçilebilir, hiçbirimiz vazgeçilmez bir biçimde bir başkasının hayatında yer tutamayız, tutmak da istememeliyiz. Tutmak istersek kendimize tuzak kurarız. Çünkü hiç kimse bunu karşılayamaz. Bize hiç kimse ram olamaz. Çünkü biz de onun o beklediği eşsiz ve benzersizliği ona sağlayamayız. BEĞENDİĞİMİZ BEDENLERİN İÇERİSİNE, HAYALİNİ KURDUĞUMUZ RUHLARI YERLEŞTİRE YERLEŞTİRE KARA SEVDALAR YAŞADIK. Hepsi sonra çöktü, ne bedenler uzun süre bunu kaldırabildi yani güzellik kayboldu, ne de zaten o hayalini kurduğumuz ruhları o bedenlerde bulamadık. Herkes bizim gibi kusurlu çıktı. Birbirinizin kusurlu halleriyle gerçeğe ayna tutup kusursuz olana doğru yol almayı denediğimizde, sahici bir aşkın içerisine giriyoruz. 

  Cenab-ı Hakk'ın bizimle sevgi ilişkisinin kapısını aralamış olması bile çok heyecan vericidir. Bütün sevgileri yaratan Kudret’in, Zatına (cc) dönük sevginin bunlardan ne kadar üstün olduğunu hayal bile edemeyiz. O yüzden ‘’Kur'an'da böyle bir ayet var’’ dediğimizde, bu ayette Cenab-ı Hakk’ın ‘’Benim kadar seviyorlar’’ demesi olağanüstü. Bize bir fırsattan söz ediyor. Allah (cc) ile sevgi ilişkisinin kurulabilmesi, eşsiz ve benzersiz Kudret. Güzelliği, Kudreti her açıdan, hiçbir karşılığı, benzeri, dengi olmayan ve görüp bildiğiniz bütün güzelliklerin de tek tek Yaratıcısı. Bütün insanları anne karınlarında şekil ve suret vererek O (cc) yarattı.


-Bütün sevgiler O’ndandır (cc), kaynağı O’dur (cc). 


-Ya Rabbi! Zatın sevgiyi yaratan, sevgiyi Kendisinden (cc) bütün güzelliklere bahşeden, bunun kaynağı Sen’sin (cc). Bende de bunu var ettin, muhataplarımda da var ettin, aramızdakileri köprüledin, hepsini gördüm. Kul bu yolculuğu yaşadığı zaman akleden yanıyla, o zaman duygularını daha üstün bir duygunun etkisinde yönetebilmeye başlar. Diğer türlü eğer o sarmalın içerisinde kalır ise, eğer onu eşsiz benzersiz düşünmeye devam eder ise: ‘’Bunu kaybedersem mahvolurum, bir daha asla mutlu olmam’’ diye düşünürse, resmi en net karşısındaki görür. Yani maşuk olunan görür oradaki takıntıyı. İşte takıntı dediğimiz şey bu. Dolayısıyla ‘’aşk’’ denilen ve en çok etrafta tedavülde olan şeyin aslında gerçek adı takıntıdır çünkü gerçeği yok. Formüle itiraz etmiyorum, formül eşleşmiyor yani bu yaklaşımını giydirdiği kişi de o yok. O yüzden takıntı diyorum. Yani onu eşsiz görüyor, benzersiz görüyor, onsuz hayatının kararacağını, asla mutlu olamayacağını düşünüyor. Vazgeçilmez olarak değerlendiriyor, bu takıntıdır. Böyle bir kimseden korkulur. Çünkü bu onsuz hayatının çekilmez olacağını düşündüğü için o zaman ‘’ya olacak ya da olacak’’ diye, hani ‘’ya benimsin ya toprağın’’ misali bir körelmeden söz ediyoruz. Buradan cinayetler çıkabilir. Çünkü adam: ‘’Madem ben bundan sonra artık hep bu acıyı, bu karanlığı yaşayacağım… Bu ölüm gibi bir şey. O zaman şimdiden öleyim hani o da ölsün ben de öleyim. Böylece bu iş bitsin’’ gibi bakıyor. Dolayısıyla şeytanın çekmeye çalıştığı kıskaç hep bunu düşündürmek: “Onun gibisi yok, onun gibisi yok, o çok harikulade. O sana denk geldi, senin ruh ikizin, sakın onun elinden çıkarma!’’ Bu denli dominant bir yaklaşım karşı tarafta baskıladığı için çoğunlukla ona da itici geliyor. Bir de Cenab-ı Hakk'ın sınavda bir ilkesi var: Kendisi’ne (cc) atfetmen gerekeni başka neye atfedersen çekiyor elinden alıyor. Çünkü bu kadar düzeni kuran Kendisi (cc) hatırına kurmuş, bizi çok önemsiyor. Duyduğumuz sevgi büyük bir kıymet, bunu yönetebilme potansiyelimiz önemli bir potansiyel bizden başka canlılara verdiği bir şey değil. Akledip O’nun (cc) en üstün mutlak sevgiye layık olduğunu görebilmek ve O’nu (cc) tanıyabilmek olağanüstü bir fırsat. Dolayısıyla labirentte yanlış tarafa gittiyse Cenab-ı Hak kulundan hemen vazgeçmiyor. O çok önem atfettiğini ya elinden alıyor ya onun öyle olmadığını bir zaman sonra ona gösteriyor yani o deneyimden doğru çıkmasını sağlıyor. Dönüp geçmişe, yıllara baktığında: ‘’Ya körkütük aşıktık ya, ne bileyim ya, öyle düşünüyordum.’’ O deneyimi doğru değerlendirmesini sağlıyor. Ne hatırına? Formül mü yanlıştı? Hayır, formül yanlış değil, eşsiz ve benzersiz olan her şeyden vazgeçilerek sevilir, bu formül doğru.

  “İnsanlardan öylesi de vardır ki, kendisini Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya adamıştır. Allah, kullarına çok şefkatlidir.” (Bakara-207)

   İnsanlar içerisinde öylesi var ki Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak yani O (cc) memnun olsun diye her şeyini, kendisini harcar, satar. Yani ölesiye, varlığını heder eder. ‘’Yeter ki O (cc) benden hoşnut olsun, razı olsun.’’

Dolayısıyla doğru yerde kullanıldığında formül çalışıyor, eşsiz ve benzersiz olana bu tutkuyla bağlanıldığında sonuç güzel oluyor. Allah (cc ) o kendini heder edeni, helak etmiyor, katına alıyor. Kendi (cc) uğrunda, O’na (cc) duyduğu sevgiyle bütün diğer sevgileri bu uğurda harcayan kimse içinde öz sevgi de var. Öz sevgi ne? Kişinin kendi varlığına duyduğu sevgi. Ama Allah'a (cc) duyulan sevgi, Var Eden’e (cc) duyulan sevgi öz sevgiyi de baskılıyor. Özü de varlığı da hatta sevebilmeyi de Yaratmış. Kulun Rabbini tanıyarak O’na (cc) sevdalanması ve buluşma gününe… Çünkü bütün sevdalar vuslata gebedir. En azından vuslat ihtimaline gebedir. Çünkü dünyadaki sevdaların çoğu demin söyledik ya Cenab-ı Hakk, vuslat ihtimalini zora sokar. Vuslata getirse bile vuslatmış gibi yapar ama hiçbir zaman onlardan o beklenen sonuç ortaya çıkmaz. Yani o sonsuz eşsiz ve benzersiz beklenti karşılığını bulmaz. Cenab-ı Hak hepsini çürütür, buluşturarak da çürütür buluşturmadan da çürütür. 


-Neyi, nerede, nasıl harcıyoruz? Bütün ölçütler, birimler aslında sevgi üzerinden ölçülebilirmiş demek ki. Bu kez Cenab-ı Hakk’a duyduğu sevgi uğrunda mala duyduğu sevgiden vazgeçebiliyor. Cenab-ı Hak her neye sevgi duyarsanız duyun, bunları Bana (cc) duyduğunuz sevgiyle yarıştırır hale gelir iseniz ve bunlarla yenişirseniz, bunlar sizi yenerse, baskılarsa; kaybedersiniz. O yüzden karşı karşıya gelirse yollar ayrılır, doğal olarak.


-Allah’a (cc) duyulan sevgiyle hayatta karşı karşıya geldiğimiz her yerde, vazgeçilebilir olarak hangisini tayin ediyorsak diğerinin lehinde karar alıyoruz demektir. Çocuğumuzu vazgeçilemez görüyorsak;  Allah (cc) tarafından vazgeçiyoruz demektir. Çocuğun dediği oluyor demektir. Eşi, sevgiliyi vazgeçilmez görüyorsak, Allah'ın (cc) dediklerinden vazgeçiyoruz demektir. Çünkü Cenab-ı Hakk modeli hep böyle uygular. Bizim sevgi ile neye bağlanıyorsak hemen o piyonlarını karşı unsurları hemen onun etrafına dizer. Cenab-ı Hakk'ın ‘’hayır’’ dediği şeyler oracıktadır çünkü biz sınanmak üzereyiz. Burada ideal bir ortam oluşturulmuş, mutlu olalım diye var edilmiş değiliz. Dolayısıyla en keskince bakış açısı ve en doğru durumu hani hemencecik çözen bakış açısı, konuya sınav merkezli bakan bakış açısıdır. ‘’Gönlüm buna bu kadar aktığına göre, ne büyük sınavlar yaşayacağım demek ki bunun üzerinden’’ diyebiliyorsak doğru görüyoruz önümüzü demektir. 


-Duyduğumuz çeşitli çeşitli sevgilerin etkileri üzerimizde işliyor bu doğru ama bu etkilere karşı kendimizi muhafaza edip bundan çıkabilecek bir potansiyelimiz var. Alternatifsiz, eşsiz, benzersiz, güzel bir sevgilimiz var. Şairin dediği gibi: ‘’Uzatma dünya sürgünümü benim ey Sevgili.’’ Eğer onu göz ardı edeceksek inanın, bizi en basit sevgiler bile kolayca avlar.



Prof. Dr. Hfz. Halis AYDEMİR 


https://www.youtube.com/live/UrQhFty8EF8?si=4rbpUOv8dWsWtNJT

Gençlerle Söyleşi-99

KONU: KİBİR


(Bursa/Görükle Gençlik Merkezi 

6.Ocak.2023 tarihli söyleşiden kesitler)


-Kibir konusu içinde büyüklenmenin veya büyüklüğün yer aldığı kişinin etrafında diğer kimselere karşı üstünlük sağlamaya çalıştığı bir duygu. Büyüklenme dediğimiz diklenme dediğimiz kişinin benlik merkezinde olan bir üstünlük arzusu beklentisi ve buna dair bir güven hâli. Basite almamamız gereken bir duygu biçimi çünkü sadece bir insanın bir başka insana üstünlük kurduğu yerde karşımıza çıkmıyor bir de Allah’a (cc) karşı kişinin O’nunla (cc) boy ölçüştüğü Cenâb-ı Hakk ile kendisini büyüklenecek düzeyde abarttığı dolayısıyla da Allah’ı (cc) takmadığı umursamadığı, saymadığı kişiyi bu düzeyde kışkırtacak kişiye bu düzeyde gereksiz bir özgüven sağlayacak ve onu böylece heder edecek bir duygu. O bakımdan Kur’an-ı Kerîm’de güçlü bir biçimde vurgulanan duygulardan bir tanesi büyüklenme duygusu, kendini yüksekçe üstün görme duygusu. Allah’ı (cc) yalanlamanın ayetleri yalanlamanın, Cenâb-ı Hakk’ı umursamamanın, kulun kendisini bir bakıma özerk, bağımsız görme arzusunun kayıtların dışına taşmanın beklentisi. Hâlâ bugün insanlığın yürüdüğü yolculukta bir gün elde etmek istediği bir beklenti aslında. Cenâb-ı Hak bunun karşılık bulmayacağını söyledi.


-İçinde bulunduğumuz ortamda Cenâb-ı Hak var ettiği kısıtlar ile en çok da bu duygumuzu önleyecek bir boyutta bizi yaratmış. Şu an içinde bulunduğumuz ortamda kendimizi o kadar çaresiz hissediyoruz ki bir defa tavan bulamıyoruz, o kadar mı küçüğüz biz? Yaratılış şöyle tavanlı olsaydı hani yukarıda bir yerlerde bir tavan, gidip tavanı bulursun en azından ortamı etraflıca kuşatmış önünü arkasını görmüş olursun. Fakat Cenâb-ı Hak böylesine geniş bir ortamda bizi yaratmış ki yani kendimizi, baktığımız bu ortamda yol alacak olsak bile şu ana kadar keşfettiğimiz kadarıyla ucunu bucağını ömrümüz yetmiyor. Hani ışık hızına kavuşsak bile en yakın galaksiye gitmeye bile ömrümüz yetmiyor. Binlerce,yüzbinlerce yıl ışık hızına bile ulaşsanız bulunduğunuz galaksinin dışına bile çıkamıyorsunuz, bulunduğunuz ortamda ömrünüz ve bulunduğunuz ortamda mekân itibariyle çok kısıtlı bir alanda mahpus durumdasınız… Hepimiz hapsedilmiş durumdayız. Cenâb-ı Hak bizi bu denli geniş,büyük bir ortamda kendimizi küçücük ihmâl edilebilir hissedecek düzeyde yaratmış, Var Eden böyle var etmiş. Acaba içimizdeki büyüklenmeye dönük korkunç potansiyelimizi mi bize zapt etmemiz için elimize araç veriyor? Bazıları bunu ‘’ihmal edilebilir düzeyde basit bir ortamdayız, varsın kendimizi ihmal edelim çok da önemli değiliz çünkü ortam çok büyük biz de o kadar mini minnacığız’’ diyor ama şunu da biliyor aynı zamanda biz öyle bir rüyanın peşindeyiz ki insanlık ilk defa gezegenler arası bir nesle dönüşmek istiyor. Yakındaki bir gezegene sıçramanın neredeyse arefesindeyiz, uzayda bir istasyon kurabilmiş durumdayız. Dolayısıyla bugün yakında bir gezegen olur yarın paradigma değişir, teknoloji daha da ilerler. Sonrasında başka bir gezegene sonra başka bakmışsın galaksiye de uzanabiliriz. Dolayısıyla biz yayılmaya çoğalmaya başladığımızda o zaman ortam bayağı geniş, ilerde herkese bir gezegen düşecek yahut herkese belki bir galaksi düşecek kadar geniş bir ortamdayız dediğimiz hayali kurabiliyoruz. Dolayısıyla büyümek isteyen, yayılmak isteyen, daha fazlasına sahip olmak isteyen yanımız henüz buna dair makûl gerekçelere, araçlara kavuşmasa bile içimizdeki o tutkun sahip olma ele geçirme ve yönetme arzusu, kullanıp tüketme arzusu, içinde bulunduğumuz gezegeni iflah olmaz bir şekilde neredeyse fesada uğrattı. Çokları ‘’artık bu gezegeni yeterince ifsad ettik, geri dönülmez bir biçimde neredeyse heder ettik, yeni şeyler aramalıyız’’ diyor.

  Dolayısıyla içimizdeki açlığın farkındayız, içimizdeki sahiplenme dürtüsünün farkındayız. İçimizdeki had bilmez hudut sınır bilmez tutkuyu hissediyoruz. Dolayısıyla bu denli uçsuz bucaksız alemde, içimizdeki insandaki bu hisler büyüklenme, sahip olma arzusu. Taa Hz. Adem’de (a.s) bile ki ona dilediğine kavuşabildiği bir cennet ortamında şeytanın gelip buna sahip olabilmek ve böylece sonsuzlaşabilmekten söz ettiği yerde buna kendi içinde yönelecek bir taraf buldu ve bu suçu (Cenâb-ı Hak ‘’isyan’’ diyor) işleyebilecek bir adım attı. O bakımdan biz kendi varlığımızı eşya üzerinde en büyük tehdit olarak görebiliriz. Bazıları ‘’evrendeki en büyük tehdit biziz’’ diyor. Çünkü bulunduğu ortamı sürekli değiştirip dönüştüren ve bunu kendisi uğrunda ucu nereye varacak olursa olsun tüketen bir varlıktan söz ediyoruz. Ortama bile saygısı yok, kendi üstünlüğünü her şeye dikte ediyor. Çevreye de dikte ediyor, havayı kirletmeyi, sonucu kendisine dönecek olsa bile bugün için sanayileşmeyi daha çok ürüne kavuşabilmeyi daha ucuz mamüller elde edebilmeyi eğer sağlıyorsa bir hudut tanımıyor. Kendisine bunu ‘’Hayır yapamazsın’’ diyecek bir kudrete de boyun eğmek istemiyor. Dolayısıyla insan ferman dinlemeyen, hudut dinlemeyen yanıyla müstekbir bir varlıktır. Cenâb- ı Hak içimizde var olan bu istikbar ile baş edebilmemiz için bize güçlü araçlar verdi. Başta Hz. Adem’in (as) ve şeytanın kıssasını anlattığında söz dinlemeyen, büyüklenen, diklenen iblisten söz ederken ona niçin böyle yaptın?

 “Allah, ‘Ey İblîs’ dedi, ‘Kendi ellerimle yarattığım şu varlığın önünde secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü taslıyorsun yoksa ululardan mısın?’” (Sad-75)

  Cenâb-ı Hakk’a, Yaratanın buyruğuna karşı emredileni yapmamak hususunda emirden kaçındı, emredileni yapmadı ve sonra büyüklendi ve sonra kafirlerden oldu.


-Büyüklenme dediğimiz şey daha büyük makama karşı işlendikçe cürüm daha da abartılı hâle geliyor. Yani evde annesine babasına yapıyor, sonra okulda öğretmenine yapıyor, sonra sokakta bakmışsın kolluk kuvvetlerine yapıyor. Sonra belli makamlarda insanlara yapıyor, sonra devlet otoritesine yapıyor, sonra da her şeyin sahibi ve Maliki Allah’a (cc) karşı dikleniyor, büyükleniyor. İnsanın böyle bir yanından söz ediyoruz. Cenâb-ı Hakk buyurdu ki: “İçinde ebedî olarak kalacağınız cehennemin kapılarından girin! Ululuk taslayanların yeri ne kötü!” (Nahl-29)

  İşte mütekebbirlerin büyüklenenlerin yatacağı,kalacağı ne kötü bir yerdir orası.


-Kuşkusuz büyüklenme yani diklenme insanlarda gözlemlediğimizde en irite edici, en rahatsız edici duygudur. Trafikte görürsün mesela hiç kural tanımıyor, bakmışsın hani ufacık uyaracak olursanız duruyor, arabanıza geliyor vuruyor, kendisini ne sanıyor bilemezsiniz. Niçin böyle yapıyor, diğer insanları aşağılıyor, kendisini üstün görüyor, büyükleniyor, toplum olarak bazıları ırklarını üstün görüyorlar, kendilerini böylece diğer insanlara dayatıyorlar, dikte ediyorlar. Başkaları kendi servetlerinden ötürü kendilerini üstün görüyor diğer insanlara kural tanımıyor, arabasını başka türlü park ediyor, önümde yürüyemezsin, benim oturduğum yerde oturamazsın, bana yaklaşamazsın diyerek insanları eziyor. İstikbar,büyüklenme duygusu en çok da yatayda kendi aramızda yapıyoruz. Cenâb-ı Hakk'ın haber verdiğine göre hayattaki yolculuğumuzda en çok da bunu yapıyoruz.

  Bilin ki dünya hayatı, bir oyun, bir eğlence, bir gösteriş, aranızda bir övünme, mal ve evlâtta bir çokluk yarışından ibarettir.” (Hadid-20)

  Aranızda bir üstünlük yarışı, dünyada biraz daha imkâna kavuşuyor geliyor arkadaşına caka satıyor, onu küçümsemeye başlıyor... Kardeş bile bunu kardeşine yapıyor, biri daha güzel okul kazanırsa ‘’ee ben kazanırım’’ diyor. “Sen yapamazsın, sen oldu bitti şöylesin,böylesin” demekten zevk alan,diğer insanlara karşı bunu tatbik etmekten kendisini iyi hisseden bir varlıktan söz ediyoruz. Cenâb-ı Hakk diyor ki:“Onların göğüslerinde hiçbir zaman tatmin edemeyecekleri bir kibirden, hiçbir zaman ulaşamayacakları sana üstün gelme duygusundan başka bir şey yoktur.” (Mümin-56)


-Ele geçen imkânlar ile kişi kibir duygusuyla baş edebilmek hususunda belli bir sınavın içerisine çekiliyor. Koşullarımız değişiyor, bu kez o büyüklenme potansiyelimizle baş etmemiz bekleniyor. Kendimizi diğer insanların üzerinde hükümran, onları aşağılayan mı göreceğiz? Çok mal mülk sahibi olduk diye diğer insanlara lüks araçlarımızın penceresinden böyle yarı insanımsı varlıklar gibi mi göreceğiz? Aşağılayıp onları küçük mü göreceğiz yoksa “Ya dün de biz onlar gibiydik, Cenâb-ı Hak bize lütfetti ve şimdi biz onları dünkü biz olarak aynı şeyleri onlarla paylaşan kimseler mi olacağız?


-Kibir dediğimiz duygudan Cenâb-ı Hak kendimizi kurtarabileceğimiz, buna kendimizi bırakmayacağımız kadar bizi kendimizi yönetebileceğimiz ve zapt edebileceğimiz araçlar verdi. Başta akleden yanımız, düşünen tefekkür eden yanımız. Cenâb-ı Hak, hepinizi bir insandan yarattık, ondan eşini ve ikisinden erkekler kadınlar çoğalttık. Dolayısıyla siz aynı ailenin çocuklarısınız, bakın birbirinize. Buluşup hangi renkten olursa olsun evlilik yapsanız çocuklarınız oluyor, aynı türdenseniz.

  

-“Kuşku yok ki iman edenlerin, insanlar içinde en amansız düşmanlarının yahudiler ve şirk koşanlar olduğunu göreceksin. Yine, onlar arasında iman edenlere sevgi bakımından en yakın olanların da, “Biz hıristiyanız” diyenler olduğunu göreceksin. Çünkü bunların içinde (insaflı) keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar.” (Maide-82)

  İman edenlere karşı en güçlü adaveti, düşmanlığı sergileyenlerin Yahudiler olduğunu göreceksin. Niçin dersiniz? En çok istikbar onlarda, en çok kendilerini insan üstü gören düşünce…

  Yahudiler ve hıristiyanlar, “Biz Allah’ın oğulları ve sevgili kullarıyız” (Maide-18)

  Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz, özeliz biz dolayısıyla biz sizden üstünüz, esasız, merkeziz biz. Sizler etrafımızda bize yardım etmesi, kulluk kölelik yapması beklenen ikinci sınıf, üçüncü sınıf varlıklarsınız. Dolayısıyla istikbar diğerlerini adavete, düşmanlığa dönüştüren ve bunu da işin ilginç yanı aklayan bir düşünce çünkü eğer müstekbir olmasa kendisini üstün görmese bu cürmü aklıyamıyor.


-Ne zaman müstekbirlerle, büyüklenip diklenenlerle karşılaşsam o zaman cehennem dediğimiz yer beni onlara karşı olan öfkeme karşı biraz sakinleştiriyor. Hani ‘’yaşasın cehennem’’ dediğimiz var ya ancak müstekbirleri gördüğünüzde ‘’işte böyleleri hak ediyor’’ dedirtiyor. Bu duygunun kişiyi iflah olmaz bir biçimde Cenâb-ı Hak ile boy ölçüşecek yere kadar götürmesinden söz ediyoruz ama bu duygudan sıyrılırsa, haddini bilirse, kendini yönetirse böylelerinin akıbetlerinin iyi olacağını biliyoruz... Sözgelimi Hristiyanlar, Cenâb-ı Hakk’ı Yahudileri bu iflah olmaz tekebbür duygusuyla nasıl akıbetlerini kararttıklarını bize haber vermişken Hristiyanlara sözü çevirdi. Meveddet, sevgi duygusu açısından iman edenlere karşı en yakın olanlarını da “Biz Hristiyanız” diyenleri göreceksin. Hristiyanlar içerisinde Müminlere sempati ile bakan, onlara gönül olarak daha yakın duran kimselerden söz ediyor Cenâb-ı Hak. Niye derseniz tam da ayet öyle devam ediyor. Onlar içerisinde, bulunan hahamlar, papazlar için Cenâb-ı Hak onların da Müminlere karşı sempatiye dönüşen yanlarını söyledi, istikbar etmezler dedi. Büyüklenmezler, diklenmezler.

Demek ki Hristiyanlar içerisinde büyüklenmeyi,diklenmeyi terk etmiş, hakkı görünce duran her insan belli bir onur taşıyor. Başkasının hukukunun başladığı yerde ‘’o da benim gibi insan, bunu ona yapmaya hakkım yok’’ dediği yerde frenliyor. Bu duyguyu yönetmekten söz ediyoruz. Cenâb-ı Hakk'ın ölçüsü önüne geldiğinde yine kendisini zapt edip durabilmesi. Aşması ise tekebbür, tecavüz etmesi ise tekebbür,

hududu geçmesi ise tekebbür. Eğer kendisini yönetebiliyor hudutlar da duruyor ise böyle kimselerin akıbetinin iyi olması umulur. 


-“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden mahrum edeceğim. Onlar, bütün mûcizeleri görseler de iman etmezler; doğruluk yolunu görseler onu izlemezler. Fakat eğrilik yolunu görürlerse hemen ona saparlar.” Bu durum, onların âyetlerimizi yalan saymalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir.” (Araf-146)

  Yalancı, hakkı yok sayan, müstekbir.. Böyleleri öyle olacak ki rüşt yolunu görseler ona tabi olmazlar, hakka hakikate rüşde ama azgınlık yolunu görse ona tabi olacaklar. Sebep ne? Tekebbür ediyorlar. Tekebbür eden büyüklenenleri Allah (cc) hidayete muvaffak kılmayacağını söylüyor.

  “Onlar, kendilerine ulaşmış kesin bir kanıt olmadan Allah’ın âyetleri hakkında tartışmaya girişirler. Bu tutum, gerek Allah yanında gerekse inananlar yanında büyük bir nefrete sebep olur. Allah, kendini beğenmiş her zorbanın kalbini işte böyle mühürler.” (Mümin-35)

  Allah her mütekebbir kalbi mühürler.

O cebbar, kendisini üstün sayan mütekebbir var ya Allah (cc) onların kalplerini mühürler. Bunu bazıları doğuştan zannediyor Allah (cc) doğuştan kalbini mühürlemiş sonra da acıyor ‘’Ya bunlara Cenâb-ı Hak mühürlü kalplerle yaratmış, garibim hakkı anlayamazlar hocam! Bunlara yazık değil mi?’’ Öyle doğuştan mühürlü kalple kimse doğmuyor. Doğduğumuz kalpler selim olan kalpler.. Kalpler tekebbürle,kötü davranışlarla birlikte kararıyor,

kapatılıyor, mühürleniyor.

  

-Anlamamız gereken şu ki eğer tekebbür varsa ve tekebbür bende ise bu beni eninde sonunda imha edecektir. Kendimi diğer insanlardan üstün görüyorsam; ırkım dolayısıyla, dilim dolayısıyla, zekam dolayısıyla, boyum posum dolayısıyla, bilgim ilmim. En çok da ilim, insanlarda üstünlüğe yol açan şeylerden bir tanesi de ilim hatta ‘’ilim mi mal mı” derseniz ilim derim. 


-Büyüklenme kendini bir şey zannetme duygusu bu. Eğer kullar arası büyüklenmeyi kendi aramızda durdurabilirsek ‘’doğru olanı gördüğümde doğruya doğru diyeceğim, doğru benim aleyhime olduğunda, büyüklenip ‘Hayır hayır doğru değil o, demeyeceğim.’ Ben kim oluyorum ki bir işin doğrusu neyse o haddimi bileceğim’’ şablonumuzu değiştirip bu şablonu kullanmaya başladığımızda o zaman Allah (cc) önümüzü açıyor, bize hidayet ediyor. Hakkı hak olarak görmeye ve tanımaya başlıyoruz yoksa istikbar şablonunu kullanırsak, Cenâb-ı Hakk diyor ki ‘’Benim ayetlerim onlardan savacağım. Onlar her ayeti görseler bile iman etmeye, ayetlerime tutunmaya muvaffak olmayacaklar.’’ Önce bir istikbardan vazgeç, önce alfabenin ilk harfini bir doğru oku, önce en basit doğruları, en basit gerçekleri tanı. Etrafındaki insanlarla omuz hizasında bir ilişkiyi kur, kendini diğer insanlarla eşit gör. 

  Tevhitte biz “Her şey O’nun kuludur”diyoruz. Peygamberi de O’nun (cc) kuludur, Melekleri de O’nun (cc) kuludur, Ruhul Kudüs'te O’nun (cc) kuludur hepsi O’nun (cc) kuludur. Yegâne üstün olan, Yegâne Kudret ve Var Edici O’dur (cc). Kuvvetin hepsine sahip olan, her şeyi yaratmış olan, diğerleri hepsi kul, biz gibi birbirimizle aynı ligdeyiz, bir tarağın dişleri gibi. O bakımdan İslam'da Allah'tan (cc) gayrı böyle uluhiyet kesbeden, ara kademede böyle nüfuzlu Allah'ın (cc) bazı otoritesini vesaire kullanan ve böyle şeyler yok.


Prof. Dr. Hfz. Halis AYDEMİR 


https://www.youtube.com/live/kZIBeFgtbms?si=UU8xsmhNJPRHP_PA

Gençlerle Söyleşi-98

KONU: CENNET


(Bursa/Görükle Gençlik Merkezi 

25.Kasım.2022 tarihli söyleşiden kesitler)


-Gelip geçici bir hayat yaşıyoruz, her şeyi bitiyor. Hiçbir şeyin kalıcı bir tarafı yok. Dolayısıyla kalıcılığı bize hiçbir zaman hayattaki hiçbir şey vaad etmedi. Ne şeytan ne şeytanın aracılık ettiği hiçbir düzen, hiçbir sistem bize bu vaadi veremedi. Bakın bütün “izm”lere hepsi “yokluk” diyor. “Daha baştan söyleyeyim; karbon olacaksın çünkü yoktan geliyorsun, yok olacaksın. Hepsi kazara bir hikayeydi, sen bir vehim görüyorsun üzgünüm ama işin doğrusu bu” diyor ve hiçbir geleceğe dair vaadi yok. Çünkü senin vaadini bile, varlığını bile itiraf etmiyor. “Varlığın da yok aslında” diyor.


-“Melekleri görecekleri gün, işte o zaman, günahlara boğulmuş olanlar için hiçbir iyi haber olmayacak ve onlar (meleklere), ‘Her şeyden mahrum olduk!’ diyecekler.”(Furkan-22)

  Mücrimlere o gün müjdeden söz edilmez. Onlar kenarından, kıyısından uğraşıp yoklasalar bile; “Yani hiç mi bir yolu yok, huzuruna çıktığımızda yalvarsak yere vursak kendimizi?” Deseler de onlara müjde yok. 

  Bu hayata girerken iradeyle “sen olsan ne yapardın?” iddiasıyla girmişlerin hayatta iradeyle baş başa kaldıkları sürede Yaratıcıya karşı başkaldırıyla geçirdikleri koca bir ömrü, varlığı ve varlığın esasını Var Eden Kudret’i yok sayıp hayatı orta yerdeki bir ganimet gibi değerlendirmiş ve öylece hep hoyratça tüketmiş olanların huzura döndükleri sahne bu. Olayın ciddi bir başlangıcı ve olayın ciddi bir sonucu var. Dolayısıyla cennet aslında anlamın kendisi. 

  Bir oyundan değil, gerçek bir süreçten ilerliyoruz. Yaratılışımız, ortamımız her şey son derece itinalı ve büyük bir ilim ve irade gerektiriyor. Bunların hepsi sağlanmış. Bundan sonrası irademize bakıyor, iyi mi davranacağız, kötü mü davranacağız… İrademizi sergileyebilmemiz için koşullar düzenlenmiş, doğru ve yanlış istikametin fark edilmesi, ayırt edilmesi sağlanmış. Cenâb-ı Hak sonucu itibariyle sistem içerisinden iyi olarak çıkanlara sevgisini ve hoşnutluğunu vaad etti.

  “O günahkârları rablerinin huzurunda başlarını önlerine eğmiş halde şöyle derlerken bir görsen: ‘Rabbimiz! Gördük ve işittik; bizi geri gönder de rızâna uygun işler yapalım, artık kesin olarak inandık!’ Derler” (Secde-12)

  “Ya Rabbi! Bizi geri döndür. Tekrar sistemin içerisine al. Bu kez salih ameller işleyeceğiz. Bu kez doğrusunu yapacağız.” Onlar böyle yalvara duruyorlar. Öyle bir sürecin içerisinde yoklanmışlar ki her boyutuyla, her yönüyle. Cenâb-ı Hak onların bu yalvarır yakarır durumlarına aldanmamamızı söyledi. Dedi ki: “Yalan konuşuyorlar. Biz içeri tekrar göndersek de aynı şeyleri yaparlar.” Biz yani öyle bir geçiriyoruz. Öyle bir elekten, öyle bir her boyutuyla ele alıyoruz, üst üste imkanları zaten hayatın içerisinde veriyoruz. O kadar önüne fırsatlar açıyoruz ki. İyilerin hepsi iyi oluyor ,azıcık bir iyi olma iradesi olanlar bile iyileşiyor. Bile isteye kötü olanlar kötü olarak kalıyorlar. Bunları da hepsini bir daha hayata soksak bir tanesi bile fire vermez, hepsi kötülüğe geri dönerler. Dolayısıyla ciddi, sağlam ve sağlıklı bir yoklama sürecinden geçiriliyoruz. İçten ve dıştan sürekli bilincimiz yenileniyor ve farkındalığımız sürekli üzerimize: ‘’Bak bunu yanlış yapıyorsun. Bunu doğru yapıyorsun. Yarın öleceksin huzura çıkacaksın.’’ Sürecin akışı içerisinde farkındayız. Farkındalığımız var ve irademizi kullanıyoruz. En iyi bildiğimiz şey irademizi kullanıyoruz. Bizi irademizi doğru kullanmamıza etki edecek araçlar var. 


-Herhangi bir ortamda. Konu dünya ile ilgili beklentilerin karşılık bulmadığı bir anda şöyle deyin mesela: “Allah'tan (cc) ki cennet var yani burası isteklerimizi karşılamıyor. Oraya gideriz.” Sadece bu kadarcık demenizde bile; “Cennet mi dedin? Bu dünyadan ümidi kestin herhalde, o kadar mı dibe vurdun?” diye bunu o kişinin basitliğine, gülünçliğüne, zafiyetine belki de dengesizliğine yorabilirler. Hayatta bu konunun konuşulduğuna pek tanık olmadım. Dünyaya düşen en büyük müjde olmasına rağmen müjdenin tam da yerinde en az konuşulduğu bir hayatı yaşıyoruz. Bunu kendiniz de kendinizde yoklayabilirsiniz. Son bir hafta içerisinde hangi sıkıntınızı cennet beklentisiyle aştınız. Ki bunu sıklıkla yapıyoruz. Eğer önümüzde bir zorluk varsa onun da bir adım ötesinde hayalini kurduğumuz bir şey varsa... Hafta sonu memlekete gideceğim. Bir hafta sonra şu var, şu olacak. Yani ucuna heyecan bağladığımız en küçük şey satın alıp da iki gün sonra kapımızı çalacak kargo bile bizde onu yaşatıyor bize ve belli bir mutluluk veriyor, sıkıntımızı aşıyoruz. Evin anahtarlarını teslim alacağım. Arabayı teslim edecekler. Bina bitiyor. Okul bitiyor. Diplomayı alıyorum. Tezi veriyorum. İmar çıkıyor, arsalar artıyor. Her ne varsa bu gibi şeyler ile ucuna ümit ve heyecan bağladığımız şeyler var olan önümüze çıkan tümsekleri bize kolay kılıyor. Ama aynı şablonun içerisinde aynı heyecanı belli ki Cenâb-ı Hakk'ın vaad ettiği müjde olarak haber verdiği o cennet üzerinde aynı denklemi çalıştıramıyoruz. Bilinç dünyamızda onu bu denli bir etki ile kullanamıyoruz. Gülünç geliyor çoğumuza. Dolayısıyla da hiçbirimiz bunun ayrıntısına dair bilgileri merak etmiyoruz yani ne var cennette, bir yerde böyle sorsak “ya gidince görürüz, ya şimdi yani bunun muhabbetini mi yapacağız? Vaktimiz şu anda dar. Şimdi burayı yaşayalım, buraya bakalım. Oraya gidince de bakar görürüz” misali. Halbuki bir kooperatife girdiğinde veya almak istediği bir evde, bir yalıda, herhangi bir projede sonuca dair bilgileri en ince ayrıntısına kadar iki saat inceleyebilir. Bir buzdolabını bile kaç gün araştırabilir. Şu özelliği var, böyle var. Almak istediği bir koltukta, bir evde, binada bize heyecan veren her şeyde ona dair en küçük bilgi kırıntısı bile önemlidir ve  “şöylesi de varmış biliyor musun aldığım telefonun bir de şöyle bir özelliği varmış, şöyleymiş..” diye bununla mutlu oluruz ve bunun bilgisine meftun oluruz. Fakat en büyük müjdeye dair hususları ne öğrenmişizdir çoğu zaman, ne bunu hayatımızda bir motivasyon olarak yaşarız. Yaşamadığınız için de doğal olarak başkalarıyla paylaşmayız. Çünkü bizim denklemimiz varsa yoksa dünya ile kısır bir döngü içerisindedir. O yüzden motor yakarız, o yüzden sinir bozarız, o yüzden sürekli bu döngü bizi hep aynı yere çıkarır. Elde var sıfır yine sıfır, yeni bir başlangıç her sonu yeni bir sonu başlangıç ile kendimizi avuturuz. Sonsuza ufuk açmayız, sonsuzun beklentisine girmeyiz çünkü hayatı tüketmeye yanaşmıyoruz. Hayatın tükenen gerçeğini kabullenmeye de yanaşıyoruz. Halbuki ne hayatı yaşamaktan vazgeçmemiz bekleniyor ne hayat sürecinde ilerlemekten. Tersine hayatı biten yanıyla ele alıp gerçekçi yaşamak. Kazanımlarınızı öteye yatırıma dönüştürerek heyecanımızı cennete beklentiye dair bir hayale ama bu gerçek hayal. İlahi bir vaadten söz ediyoruz. Şeytan gelip diyor ki “yani nereden çıkarıyorsun” en çok da böyle dediler yani bu ilahi vaadin cennet vaadine tarih boyunca hep şöyle karşı çıktılar. “Öldükten sonra nasıl dirileceğiz ki?..


-“Muhakkak cennet yüz derecedir. Onlardan her bir derece (nin yüksekliği) gök İle yer arasındaki mesafe kadardır. Şüphesiz o derecelerin en yücesi Firdevs’tir, en fazîletliside Firdevs’tir. Arş, muhakkak Firdevs’in üstündedir. Cennetin ırmakları da Firdevs’ten çıkıp akar. Bu itibarla siz Allah’tan (cennet) dilemek istediğiniz zaman O’ndan Firdevs’İ isteyiniz.”

(İbni Mace/Sünen-4331)

    Gerek ayetlerde, gerek hadislerde cennetle ilgili anlatılan bazı bilgiler var. Firdevs Cenneti; orası hem ortası, hem de en yüksek noktası. Bıkkınlığın olmadığı, yorgunluğun olmadığı…Heyecanın sürprizlerle her defasında ilerlediği, arttığı cennet bahçeleri!


Prof. Dr. Hfz. Halis AYDEMİR 


https://www.youtube.com/live/44p-Fv1ZaLI?si=YqV8plzYcg5U8jvn

Gençlerle Söyleşi-97

KONU: İFTİRA 


(Bursa/Görükle Gençlik Merkezi 

11.Kasım.2022 tarihli söyleşiden kesitler)


-“Yalan sözlerle Allah’a iftira edenden veya O’nun âyetlerini yalan sayandan daha zalimi kimdir?” (Enam-21)

  Kulun Cenâb-ı Hakk'a iftira etmesi; Allah (cc) hakkında Allah’a (cc) yaraşmayacak şeyleri konuşması, Allah'ın (cc) kendisini anlattığı, kendisini takdim ettiğinin dışında kendisinin hiçbir bilgisi olmaksızın Cenâb-ı Hakk’a bir şeyi yüklemeye kalkışması bu…

 “Şeytan, Allah hakkında bilmediğiniz hususları konuşup yaymanızı emreder.” (Bakara-169)

  Bilmediğiniz şeyleri Allah’a (cc) söylemek de bu kabilden sayılıyor yani ilim olmaksızın ve Cenâb-ı Hakk’ın indirdiği vahiy olmaksızın Allah (cc) hakkında konuşmak, en büyük iftira.. 

Çünkü O’nun (cc) hakkında ancak ilimle konuşulabilir. O ilim de kendisinin bildirdiği,indirdiği bir ilimdir. Allah’ın (cc) yarattıkları üzerinden Kendisini, kudretini, sanatını, büyüklüğünü tarif ettiği ölçekte yine ilim ile konuşulabilir. 


-Kim Allah’a (cc) ortağı olmadığı halde “ortağı var dese” Cenâb-ı Hakk’ın yanına bir ortak yerleştirmeye kalksa; Cenâb-ı Hakk'ın aslında her şey bütünüyle Malikken artık yarısıyla Malik olması Cenâb-ı Hakk'tan ne kadar çok hakkı gasp edip hayali birine yüklemiş oluyor. İftiranın büyüklüğü gasp edilen hakkın büyüklüğü ile ilişkili. Ama kullara sorarsan, kul Cenâb-ı Hak hakkında ne kadar yanlış yaparsa yapsın basit zannediyor. Yeter ki kulun hakkına girmesin, kula iftira daha büyük, kula yönelik cürüm daha büyük gibi. Halbuki iftiranın en büyüğü Cenâb- ı Hak hakkında yapılan iftiradır ve insanların Cenâb-ı Hakk’a yaptıkları en büyük iftira için şu ayeti kerimeye bakalım:

“Rahmân’a çocuk yakıştırıyorlar. Halbuki çocuk edinmek Rahmân’ın şanına yakışmaz.”(Meryem-91,92)

 Rahmana velet isnadına Cenâb-ı Hak göklerin tahammül edemediğini, bu büyüklükteki bir iftiraya göklerin parça parça olmaya, yerin yarım yarım yarılmaya yöneldiğini, dayanamadığını söylüyor: 

  “Hakikaten çok çirkin bir iddia ortaya attınız. Öyle ki bundan dolayı neredeyse gökler çatlayacak, yer ortasından yarılacak, dağlar yıkılıp çökecek!” (Meryem-89,90)

  Bütün amellerin esasında bir ölçüsü var, iyi ya da kötü tartılabilir, teraziye konulabilir cinstendir. İftira dediğimiz kötü amel de öylesi kötü bir şeydir ki o kişi apaçık bir günahı yüklenmiş olur, diyor Cenâb-ı Hak. 

  “Kim de bir hata veya günah işler, sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa şüphesiz ağır bir iftira suçunu ve apaçık bir günahı yüklenmiş olur.”(Nisa-112) 


-Bir tarihte bir turistle konuşuyoruz; kendisinin dinini tarif ederken “benim dinim sevgi” demişti. Cenâb-ı Hakkı da “saf sevgi” olarak tanımladı. Aramız iyi, dedi, beni çok iyi tolere ediyor. Zaten yani O’nun (cc) bana kızacağını, kötü davranacağını düşünmüyorum. Hani Hristiyanlıkta veya İslam'da olduğu gibi Allah (cc) azap edemez, diyor. Kendisine bir İlah tasavvuru edinmiş ve tabiri caizse Yaratıcısını kendisi kafasında yaratmış. O’na (cc) çok mülayim, sevgi dolu, bütün insanların kötülüklerini tolere edebilir, nazarıyla bakıyor. Hani pişmanlık, iyileştirme, düzelme bu tür şeyleri de gerek görmüyor. Çünkü O (cc) sen ne kadar hoyratça olursan ol, ne kadar saygısız olursan ol, bir bakıma bunların hepsini tolere etmeye mecbur gibi. Bu kendi Allah'ı (cc), kendisi O’nun (cc) hakkındaki her şeyi kendisi söylüyor ve kendisi ölçüyor biçiyor burada belirleyici unsur kim? Kulun kendisi. Allah’ın (cc) kendisini takdim edeceği ‘’Ben şöyleyeyimdir, böyleyimdir’’ diyeceği hatta bir şeyden ötürü onu tehdit edeceği herhangi bir şey de yok. Bu kulun Cenâb-ı Hakk hakkında Allah’ı (cc) geliştirdiği bir şey.

  Bizler Cenâb-ı Hakk’ı Kendisini tanıttığı şekilliyle tanıyacağız. Cenâb-ı Hakkı hak bir kaynaktan, hak dinde kendisini tanıttığı şekliyle tanıdığımızda bizler ancak mutmain oluruz: “Elhak Cenâb-ı Hakk böyle olmalı” deriz. ‘’Ee demin ki adamın Tanrısı daha sevgi doluydu ama’’ derseniz şayet, bu bizim ehvamızla açıklanır, kalbimizle değil. Yani o kendi hevası ardında makul olmayan bir Tanrı figürü oluşturmuş, kendisine hiçbir saygısızlığa asla hayır diyemediği, kulunu hiçbir biçimde zapt etmediği onun her türlü savrukluğuna had hudut tanımazlığına karşı edilgen durumda kaldığı bir tanrı anlayışı. Yani biz onu duyduğumuzda kalbimiz ona mutmain olmaz. Yaratan Allah (cc) ise hayatı bahşeden Kudret O’ysa (cc) inisiyatif de O’nun (cc) tarafında olmalı, buyruk O’nun (cc) olmalı. Hüküm, söz O’nun olmalı.

O (cc) yaradan Kudret bir şeye hayır dediği zaman, kul orada durmalı. Durmuyorsa şayet, bu yanlışından Cenâb-ı Hakk’tan bir tolerasyon bekliyorsak, bağışlama dilediğinde bağışlayabilir, bu anlaşılabilir bir şey. Ama hiçbir bağışlama mekanizması olmadan, tövbeye de gerek olmadan Cenâb-ı Hakk’ı kulun yaptığı davranışların tamamına mahkum edilgen bir durumda bir ilah tasavvuru ‘’ehva'nın’’ peşindeki bir tasavvurdur. Böyle bir ilahın kullarda herhangi bir karşılığı da yok. Hiçbir biçimde onları zapt edecek, onlara herhangi bir olumlu etkisi -kontrol anlamında- olması da söz konusu değil.


-Joram Wan Klaveren adlı Hollandalı “Ben bu Kur’an-ı’ı alayım, bunun nasıl bir iftira dolu kitap olduğunu ve peygamberin sahte bir peygamber olduğunu ve Allah'a (cc) yönelik iftiralardan oluşmuş bir kitap getirdiğine dair incelememi yapıp bunu bir kitap haline dönüştüreyim. Hollanda'yı, Hollanda gençliğini hatta Avrupa'yı bu girdaptan kurtarayım’’ diye kapanıp bu işi çalışınca bu işten Müslüman olarak çıktı. 

  Peki burada ölçü ne? Adam inceler ve  ‘'İnceledim hâla iftira kanaatindeyim’’ derse ne yapacağız?

  Orada bir şey yapmıyoruz, orada onun samimiyetiyle yalancılığı hususundaki farkı Allah’ın (cc) huzuruna çıkacağı güne kadar kalıyor. Biz bizim kendi sorumluluğumuzla karşı karşıya kalıyoruz. Bir başkası üzerinden bunu sonuçlandıracak değiliz. Bunu kendi tecrübemiz üzerinden sonuçlandıracağız. O kendi tecrübesini, kendi iman yolculuğu olarak yaşadı. Biz de kendi tecrübemizi kendi iman yolculuğumuz olarak yaşıyoruz. Okuduğumuz her ayetle birlikte bunun ancak Allah’ın (cc) sözü olabileceğine dair kanaatimiz pekiştikçe imanımız kemale eriyor, şehadetimiz artıyor. Bu tedebbürle birlikte anlıyoruz ki bu Allah'tan (cc) gayrısı katından olamaz.

  Yoksa hala Kur’an’ı tedebbür etmezler mi? Eğer Allah’tan başka birinden gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık ve çelişki bulurlardı!” (Nisa-82)

  Kur'an'ı tedebbür etmezler mi?

Tedebbür: Etrafını dönecek şekilde kapsamlı ve bütüncül bir ele alma. 

  Bizim bu iftiranın etkisinden çıkışımızın yegane yolu var iftirayı ele almak ve iftiranın gerçekten böyle bir karşılığı olup olmadığını görmek.


Prof. Dr. Hfz. Halis AYDEMİR 


https://www.youtube.com/live/0rFishQU2eA?si=0xfzP3vRbCQDOUx8