28 Mayıs 2023

Kalem Sûresi

 *Halis Aydemir* 

Kalem Sûresi Tefsir Derslerinden Alıntıdır. 


-Resullulah (sav) söyle buyuruyor; Sizler Kur’an-ı Kerîm’den bir gerçeği (ayetleri) öğrendiğinizde azı dişlerinizle onu ısırın. 

Yani azı dişlerinizle ona tutunun, onu sımsıkı kavrayın. Dolayısıyla böyle yaparak ona verdiğimiz değeri gösteririz. Böyle yapmazsak Allah azze ve celle Kur’an-ı Kerîm’in gerçeğini, bilgisini bize tekrardan yaşatmaz. Çünkü her bir bilgi değerlidir ve bu değer ancak kişinin ilgisiyle kişiye lütfedilir. Kişi ne kadar ilgisini koyarsa ardına, o kadar da derinliğini Allah azze ve celle ona yaşatır. Zikirden sapan kimseler büyük bir hüsrana ve nedamete doğru yol alıyorlar. 

-Bilgiye kadir kıymet vermemek de zulümdür. 


-Kalem 50: “Dolayısıyla Rabbi onu seçkin kıldı ve onu salihlerden eyledi.”

Sanmayın Yûnus sahipsizdir. Rabbi vardır ve Yûnus Rabbine sığınmıştır. Rabbimiz kendisine sığınanı, yakaranı sahipsiz bırakmaz. İşlediği kusurlardan ötürü hemen azabına düçar etmez, bağışlanma dilediğinde onu tekrar sahiplenir.


-Kalem 48: “Sen Rabbinin hükmüne sabret; balığın adamı (Yûnus) gibi olma. Hani o, öfkeli bir halde bağırıp çağırmıştı.”

Zalimlerin yapıp ettiklerinden Cenâb-ı Hâkk’ı gafil sanma. Süreci o yönetiyor. Onlara süre veren bizatihi senin Rabbin. Bu süre içerisinde kendi sorumluluklarımızla yaşamak zorundayız. Yûnus da resullerdendi. Sahibinden izinsiz çekip gitmişti. Yüklü gemiye bindi. Yolculuk esnasında deniz tehlikeli bir hal alınca, içlerinden kimleri denize atacaklarını kura ile tespit ettiler. Kurada çıkan Yûnus denize atıldı ve onu büyük balık yuttu. Ayeti kerîmede “Balığın adamı gibi olma” diyor. Yani onun gibi olma diyerek sabretmeyen birini kötü bir örnek olarak takdim ediyor. 

Resuller gerçekten dayanılmaz acılar çekmişler. Görev alanını terk edip kaçacak kadar sıkıntıya maruz kalmışlar ki içlerinden biri dayanamayıp öfkeyle kaçmış. Bu isyanı, Allah’a karşı aykırı davranışı elbette ki ona büyük sıkıntılar doğurmuş. Balık Yûnus’u yuttuğunda Yûnus kendini kınar haldeydi. Ve Allah’ı tesbihe başladı. Karanlıkların içinde O’na seslendi. Tesbihini sürekli seslendirdi durdu. Cenâb-ı Hâkk’ın zâtını övdü, O’na sığındı, yakardı. Eğer böyle dolu dolu içten, arzulu mağfiret isteği ve tesbihi olmasaydı diyor Cenâb-ı Hâkk, ziyana uğrayacaktı. Kur’an-ı Kerîm’de sıkıntı, üzüntü, gam, keder adına ne kelime varsa hepsi Hz Yûnus ile ilgili geçiyor. 

Ve Yûnus peygamberin balığın içinde o zifiri karanlıktaki tesbihi, içli yalvarışı, nidası ve secdesi ile Cenâb-ı Hâkk onu bu gamdan kurtarıyor. Duasını sürekli tesbih ededurmasından ötürü Cenâb-ı Hâkk onu bağışladı, ona icabette bulundu. Ne mutlu o insana ki işlediği günahtan ötürü içine sıkıntı düşer. Sıkıntı büyür büyür öfkeye dönüşür, kendisini kınar. O kişiye ne mutlu. Böylece Allah’a dönüp zulmü kendime ben ettim, aslında affedilemez bir durumdayım ama biliyorum ki benim günahım senin mağfiretin yanında küçük kalır. İşte kapına beni getiren bu. Sana yakarmaya beni sevkeden bu. Allah bize de günahlarımız karşısında gam yaşatsın. Allah azze ve celle Kur’an-ı Kerîm’de Yûnus aleyhisselâmı bize boşuna anlatmıyor. O’nu gamdan kurtarmasını büyük bir nimet olarak bize boşuna sunmuyor. İsterseniz sizleri de kurtarırım, diye de dönüp bize boşuna seslenmiyor. Demekki bu gama düşmek, bu süreci yaşamak biz günah işleyenler için Allah azze ve celle katında bir terakki meselesi. Günahlarımız bizi Allah’ın huzuruna yönelmek için kamçılasın. 


-Şairin (Yunus Emre) “Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun” dediği yere kul gelmedikçe Kur’an-ı Kerîm’le henüz gerçek teması kurmamış,  Kur’an-ı Kerîm’e kadrini kıymetini henüz vermemiş demektir. 


-Kalem 42-43: “O büyük korku ve dehşet günü gelip de secdeye çağrıldıklarında bunu yapamazlar. 

O sırada gözlerine korku çökmüş, perişan olmuşlardır. Halbuki onlar, yapabilecek durumda iken de secdeye çağrılmışlardı.”

Kulluğa yönelmemiş kimselerde namaz ibadeti görülmez. Allah’ı hizmetkârı olarak görenlerde namaz ibadeti görülmez. Allah azze ve celleye karşı şükretmek için yol arayan, içinde heyecan duyan, Allah’a sevgi ve saygı duyanlar namaza ehemmiyet verirken, diğerlerinin yaşamında namaz bir kilometre taşı değildir, hayat namaz üzerine kurulu değildir. Kur’an-ı Kerîm’de bir çok ayette cehennemlikleri “Biz namaz kılanlardan değildik” derken görürsünüz. O dehşetli günde, Allah bu secdeye gidemeyecek olan gürûhu, dünyada secde etmeyenler olarak söylüyor. Dünyadayken gönüllü olarak secdeye gitme imkanını teptiniz, şimdi de size secde etme imkanı olmayacak. Secdeye çağrıldığınızda secde edemeyeceksiniz, diyor ayette. 


-Akletmekten uzaklaşmış, Yaradan’ın nimetlerinin az da olsa çok da olsa karşılıksız verilmiş olağanüstü bir lütuf olduğunu düşüneceğine, daha fazlasına sahipken bana Allah az verdi diyerek isyana yönelen, Allah’la barışık olmayan tipler üretiyor şeytan. Hepimize aynı doneleri uygulayarak aynı mecraya sürüklemek istiyor. Hepimizi Cenâb-ı Hâkk ile arası bozuk, isyan etmeye meyyal ve hep Allah’ı sorgulayan tiplere dönüştürüyor. Akletmeyi bırakıp,hep duygularımıza odaklanınca kulluk sorumluluğumuzu da unutabiliyoruz. 

-Onlar Allah’a tepeden tırnağa şükür hisleriyle dolarak, minnetle kulluğa yönelerek, Allah azze ve cellenin lütfu karşısında ne yaparım da O’nu memnun ederim diyerek kendisine bu hususta en yakın vesileyi arayan, namazını en güzel şekilde kıldıysa daha fazlasına , orucunu en güzel şekilde tuttuysa gece ibadetine, yüce Rabbinin memnuniyetine koşturan taraf kul olması gerekirken; bunu tersinden algılayıp kendi memnuniyetine koşturması gerekeni Allah sanan yığınla kalabalık kitleler var. Şeytan, böyle kalabalık kitleleri ibadetsiz bir din içerisinde, Kitap’tan ve Resulullah’ın (sav) örnek yaşamından uzak duran bir kesimin, kendilerini Allah’la iyi ilişki içerisinde ve barışık sanması olsa olsa bir İSTİDRÂÇ olabilir. Bu Allah azze ve cellenin onların başına geçirdiği bir hidayet karartması olabilir. 


-Çıkan bir olumsuzluğu aykırılık görüp  Allah’a  “Ya niye böyle oldu, niye bizi böyle günlere düşürdün?” diye soranlar, iyi günlerde “Niye bize böyle lütfediyorsun, yoksa bizi çok mu seviyorsun?” diye gözyaşları içerisinde ibadet edeceklerken, kötü günlerde Allah’la irtibat kurup, sadece O’nu aşağılamak için, kızmak için O’na seslenenler. Yaradanın kendilerine ne denli müşfik, rahim davrandığını görüp Yaradan’a kullukla döneceklerine, olumsuz günlerde Allah’a hesaba kalkışanlar. Şükretmeyi göz ardı eden ama sitemkârlığı, hesap sormayı kendi hakkı sayan insan varlığından söz ediyoruz. İşin aslı şu ki bizi var etmiş, dizayn etmiş, şekil suret vermiş, hiç yoktan inşa edip, bizi bir ruh işe şuurlu varlık haline getirmiş ve sonra yedirip içirip doyurup bugünlere kadar nimetleriyle yaşatmış olan, kendisine her şeyiyle borçlu olduğumuz bir Rab ile karşı karşıyayız. Bir lahza sonrası için O’nun bize hiç bir mecburiyeti yok. Her şeyi lutfen verdi. Bu noktayı görmedikçe, biz ne O’nun bize olan sevgisinin, rahmetinin büyüklüğünü, enginliğini keşfedebilir, ne de gerçeği gerçek boyutlarıyla görebiliriz. Sanal boyutlarda, bâtıl düşünceler içerisinde bir hayat oluşturur ve sonrasında da büyük bir şoka gebe kalırız. 


-Ne demek fakirlere “Allah versin” demek. Allah bize infak edin diyor. Diyorlar ki “Efendim, Allah isteseydi onları da zengin yapar mıydı?” Yapardı. “E demek ki şu halde onlar zengin olmadıklarına göre,Allah onları zengin yapmak istememiş öyle değil mi?” Evet istememiş. “Ee Allah’ın bir bildiği var demek ki, Allahın zengin yapmadığını biz mi gidip yedirip doyuracağız? Bırak Allah’ın yaptığı gibi kalsınlar.” diyen sözde mantıklı, hakmış gibi ama bâtılı savundukları cedel kokan,tamamıyla tartışmaya yönelik, içlerinde herhangi bir samimiyetin, ilmin, hidayetin ve herhangi bir nurun olmadığı insanlar. Heves heva odaklı bu insanlar için iyilik de bir kötülük de bir, yeter ki malları yerinde kalsın. 


-Nimetler eğer şükür ile karşılanıyorsa Cenâb-ı Hâkk onları ziyade edeceğini vadetmiş. Küfür ile karşılanıyor ise kişi Allah’ı unutma sürecinde ilerliyorsa, bu kez musibetler gelebilir. Bu evlat üzerinden olabilir, eş, komşu üzerinden olabilir. Musibet geldiğinde ne olur? Musibet geldiğinde de 2 seçenekli bir durumla karşı karşıyayız: ya sabredilir, ya isyan edilir. Birinci seçenekte kul bunu sabırla karşılar. Allah azze ve celleden geldiğini bilerek sabreder. Eksikleri ve kusurları dolayısıyla bu musibetle karşı karşıya kaldığını bilerek sabreder. Allah azze ve celleden bu musibeti kaldırmasını, kendisine bundan en güzel ibreti  almasını sağlamasını, bundan sonrasında kendisine istikamet lütfetmesini, geri aldığından daha güzelini kendisine vermesini ister. Buradaki anahtar kelime SABIR. Musibet isabet ettiğinde sabra yönelmek çok önemli bir muvaffakiyettir. Musibet geldiğinde şeytan tam da şah-mat yapacağı konuma kavuşur ve “şimdi isyan et” der. “Allahım bana bunu da mı yapacaktın?” dedirtir. “Allah’a karşı çık” der. Böylece iblis kulu kendine benzetir, altın vuruşu yapar. 

-Bazen ayetleri okuduğumda şöyle dua edesim geliyor: Ya Rabbi, verdiklerin dolayısıyla günün birinde körlüğe kapılırsam, şuur kaybına uğrarsam, beni mahrumiyetle uyarıp kendime getirir misin, bunu yapar mısın ya Rabbi! Bu duayı yapacak bir cesarette olmam gerektiğini, olmamız gerektiğini düşünüyorum. Ama daha iyisi var, o şuursuz hale düşmeden, o denli diplere düşmeden, musibeti getirecek duruma düşmeden Cenâb-ı Hâkk’ı tez zamanda yad eden müttakîlerden olmak. İvedilikle O’nu hatırlayıp, tekrar basiretine kavuşan böylece hafif atlatan kimselerden olmak. Sert bir musibetle kendine gelmek, belli travmalara yol açar. Bunları göze almak da insanı zorluyor, duasını yapmak da insanı zorluyor. Ama diplerde boğulmaktansa ve ahireti elden kaçırmak söz konusuysa dünyada mahrumiyete ve musibete maruz kalıp kendine gelip uyanmak elbette ki yeğlenir. 

-Dilerim Allah azze ve celle rağbetimizi kendisine yönlendiren, yarınlar için elde edeceklerini Allah’tan uman, istikbal denince ahiretteki yurdunu Allah’tan uman, buna odaklanan, ahiretin yakinen şuurunda olan bir hale bizi de kavuşturur. Fâni şeylerle aldanan, onlarla yetinen, onlarla mutmain olan zavallılardan olmaktan bizleri çıkarmasını diliyorum. 


-Allahım senin kudretinden, ilminden yararlanmak istiyorum. Çünkü sen biliyorsun,ben bilmiyorum. Çünkü sen gücü yetensin, benimse gücüm yetmez. Eğer biliyorsan ki bu iş benim için hayırlıysa, dinim hususunda, dünyam hususunda, maişetim hususunda ve akibetim hususunda hayırlıysa bunu bana mukadder kıl. Kolaylaştır. Ona giden süreçlerde önüme engel çıkarma. Eğer bu iş benim için kötüyse beni ondan uzaklaştır. Sav. Araya bir engel çıkar. İçimi soğut ondan. Olumsuz şeyler duyayım onun hakkında. Her türlü engeli çıkar ya Rabbi. Beni ondan savdığın gibi onu da benden uzaklaştır. Sevgisini al kalbimden. Hayır her neredeyse bana hayrı nasip et. Ve beni onunla mutlu kıl,memnun et. 


-Geriye zengin zengin evlatlar bırakmakla eline ne geçecekse? Kendisi toprağa karıştıktan sonra, geride kalanların “O iyi para bıraktı” demesinden ne umuyorsa? Bilmiyoruz ama bu ülkü çoğu insanın hayatını, bedenini, bütün gayretini karartmış durumda. Bizi dünyaya bağlayan kendi heveslerimizden ziyade, bize yeteceği kadarını zaten çoğumuz 30’umuzda 40’ımızda elde etmişken,  çocuklara, torunlara vs yetsin diye fazlasını istiyoruz. 

-Sanki her ölene, çocuklarına birer daire bıraktın mı, diye sorulacak-mış gibi bir hedefimiz var dünyada. Halbuki ölenlere, hayatta nasıl bir davranış sergiledin, Yaradan’a karşı nasıl bir gayret gösterdin, neleri infak ettin,nelerden Allah için vazgeçtin? Soruları varken biz soruyu başka anlıyoruz. Ben yaşlıların kendi aralarında sohbetlerine tanık oluyorum dünyadaki yapacaklarını tamamlamışlar ve biri diyor; her birine birer daire verdim. Diğeri de diyor; aferin ya nasıl yapmışsın, biz o kadarını yapamadık  ama biz de şunu şunu yaptık. Yaşamdaki başarılarını buradan ölçüyorlar. Ve bunu yapmışlarsa müsterihler. Sanki bundan ötesinden sorulmayacaklar. Onlar açısından bu bir muvaffakiyet. Halbuki bir o kadar anlamsız,bir o kadar değersiz!!! Elinde biriktirmiş olanlara, sonraki nesile ulaştıracağım diye hayatını harcamış olanlara, Cenâb-ı Hâkk soruyor; birdenbire yakarsam ne olacak? İnfak da etmedin bizim için. Çocuklara da belki kalmayabilir. Bu aptallığın dik âlâsı olur. Çocuklar için biriktirdik, Allahtan da esirgedik, ateş geldi hepsini  kavurdu küle çevirdi. “Kendiniz için indik edin, yararlı bir iş yapın” diyen Cenâb-ı Hâkk biriktirdiklerimizi adrese teslim edemeyeceğimizi, elimizden çekip alabileceğini anlamamızı istiyor. Çocuklar mal ile garantiye alınmaz. Çocuklar iman ile garantiye alınır. Salih kul olması sağlanmakla bir yarar sağlanabilir. Bir babanın evladından yana, arabası olsun mesleği olsun kaygısından önce, namaz kılan biri olsun kaygısı yoksa bu kendi imtihanından verdiği bir açık. Çocukla ilgisi yok, babanın kendi mesuliyeti. Hesaba çekilecek. Evlatlarını namaz kılar bir halde yetiştirdin mi? Bu husustaki çaban tam mı? Soru böyle olacak. Babanın mesuliyeti çocuklarına miras olarak bunu bırakmak. Allah’ın Resulü bundan daha iyi bir miras yok diyor. 

-Efendim benim malım yok ki, diyenler. Bilin ki malı olanların infakı ile malı olmayanların infakı arasında sadece oran farkı var. 3 lirasının çeyreğini harcamakla, 3000 lirasının çeyreğini harcamanın aynı şeye denk geleceğini Allah biliyor. Bu mesele nisbi meseledir, oransal meseledir. Bir hurmanın bir parçasıyla bile olsa infak edin. Herkes genişliğince infak etsin. Bu bolluğu getirecek. Bu İslam dünyasında Mü’minlere saadeti getirecek. Biriktirmek, bir yere hapsetmek Cenâb-ı Hâkk’ın bize gazabını celbediyor, afetleri sıkıntıları  üzerimize çekiyor. 

-“Allah’ın fazlından, rahmetinden dolayı sevinsinler. Bu onların toplayadurduklarından daha hayırlıdır.” Yûnus-58 

Fazlı ve rahmeti derken Kitab’ından, gönderdiği elçisinden ve O’nun yaşamıyla insanlığa sunduğu güzel örneklikten söz ediyor. Bu ikisi mutluluk kaynağınız olsun diyor ayeti kerime. Sevinecekseniz bundan ötürü sevinin diyor ayeti kerime. Bizler, yeryüzünde biriktirmeye yönelik hevesi,arzuyu ve biriktirdikçe duyduğumuz o kıvancı tekrardan tekrardan sorgulamalıyız. Allah’ın ayetlerini öğrendikçe benzer bir sevinci duymuyor isek, öğrenmek için vesileleri bu denli benimsemiyor isek, bizim değerlerimiz ve yargılarımızla ilgili büyük bir sorunumuz var demektir. Hepimiz biliyoruz neleri toplayadurduklarımızı…


-Ya Rabbi, anlamamızı sağladığın şeyi yaşamamızı da sağla. Heves ettiğimiz hayra, adım atabilmemizi sağla. 


-Biz o sıkıntılı ve dehşetli günde Rabbimizden korkuyoruz. Dolayısıyla bugün yapabileceklerimizi yaparak tedbir alıyoruz. İnfak, kişiyi ateşe karşı koruyacak bir kalkandır. Gençliğinde 3 lirasının 1 lirasını infak edememiş adamın, yaşlılığında infak etmesi son derece zordur. En sağlıklı, en yerinde, en güzel infak, sıhhatli ve arzuluyken yaptığın infaktır. Malını şehvetlerle,lezzetlerle tüketebilecek bir bedene sahipken, henüz dünyaya yönelik uzun arzulara sahip bir yaştayken infak ettiysen en hoş olanı bu. Yoksa yaşlılık zamanlarına kalmışsa değeri bir o kadar düşmüştür. Bir şey kazandığınızda aklınıza hemen bundan nasıl yatırım yapabiliriz soruları mı geliyor? Ya da bu para benim elime niye geçti diye mi soruyorsunuz? Eğer bu parayı elinize geçirenin Allah olduğuna iman ediyorsak, para elimize infak edip sonsuz yaşamımıza yatırım yapmak için,cehenneme karşı tedbir alalım diye geçmiştir. Allah bize bir fırsat sunmuş demektir. Biz bu fırsatı, kendimize iyilik olarak kullanmayıp da hayali sebepler için bekletirsek (çocuklar maskara olmasın vs gibi) kendimizi aldatmaktan öte bir şey yapmıyoruz demektir. 

-KENDİNİZ İÇİN İNFAK EDİN. 

-İNFAK EDİN, BU KENDİNİZ İÇİN BİR İYİLİKTİR. 

-Fetih öncesi infak edip savaşanla, sonrasına kalanlar eşit değillerdir.  

-Bize veren Rabbimiz çocuklarımıza da verir, diyemeyecek kadar cesaretimiz kırılıyor, infaktan uzak duruyoruz. Halbuki Cenâb-ı Hâkk bize buyuruyor, infak ettiklerinizin yerini daha dünyadayken dolduracağım. 

“Her ne infak ederseniz, Allah yerini doldurur.” Sebe’-39 

Elbette ahirette de muazzam karşılıklar vereceğim. Ama dünyada da yerini boş bırakmayacağım, demektedir. Şayet şükrederseniz kesinlikle ben size artırırım, demektedir. İnfak şükrün somut bir karşılığıdır. 

 

-Mal,sermaye gücü ve insan gücü, Cenâb-ı Hâkk’a karşı kişiyi azdırabilir. Kişi bu güçten cesaret alarak istikbara yönelebilir. Kendi küstahlığını çıkardığı ortamı olabilir. Bu güç kişiyi Firavunlaştırabilir, ona cesaret verebilir. Mal kişinin bir bakıma belası! Yani bununla sınandığı şey. 

-Cenâb-ı Hâkk, biz mallarımızı harcadıkça yerini dolduracağını haber vermiyor mu? Dolaysıyla sanki de harcayalım diye veriyor. Sanki de o duyguyu coşkun bir şekilde içimizde sular seller gibi hissederek, Yaradan hatrına maldan vazgeçme duygusunu düşüncesini bizatihi bize yaşatmak istiyor adeta. Biz ise manayı tersten tutup “demek ki o zaman maldan uzak durmalıyım, çünkü malı kazanınca insan güçlenir ve azarmış” diye düşünüyoruz. Allah azze ve selle mala ve güce kavuşunca azmamayı, gücü Allah yolunda infak etmemizi emrediyor. Ben çok mal kazandım, hemen bunu infak edeyim de bunun tesirinden kurtulayım diyen kimse yol alıyor, Cenâb-ı Hâkk’ın bahsettiği hidayet üzere yürüyor demektir. İnfak etmeyip biriktirirse ne olur? Bununla kendi sonsuz geleceğini şu basit küre üzerinde kurmayı sanmaya yönelirse ne olur? ….


-Kur’an talim eden, zikirle iç içe olan kimselerle beraber ol. Fakir ya da çelimsiz olsalar da, kariyerleri bulunmasa da, toplumda ağırlıkları olmasa da değil mi ki sabah akşam onlar Rableriyle iç içe, gönülden yakaran kimseler. İyi bir arkadaş olarak Cenâb-ı Hâkk onlarla iç içe olmayı Hz Resul’e öğütledi. Dünya hayatının ziynetini amaçlayarak gözünü onlardan ayırma. Yani gözünü bu fakir, zavallı ancak ibadet ederek Allah’a yakın duran kimselerden ayırarak zenginlere çevirirsen bu senin tercihin olarak başlar, için bu görüntülerle dolar, adım adım artık hevesin dünyaya yönelir. Orhun Abideleri’nde “Göz görmezse gönül arzulamaz.” yazıyormuş. Kişi gözüne en çok neyi gösteriyorsa tercihini de bu yönde başlatmış demektir. Kendisine gösterdiği şeyler, bir bakıma kendisine propagandasını yaptığı şeylerden ibarettir. Kişinin tercihi gözüyle başlamaktadır. 


-Kalem 8: “Artık sen yalancılara itaat etme.”

-Kalem 9: “İstedikleri şudur: Sen tâviz veresin ki, onlar da tâviz versinler.”

Vahye karşı binbir teori oluşturan kimselerin yalancı olduğunu Allah ilan ediyor. Onlara (kafilere münafıklara)  boyun eğme. Boyun eğiş şirke kapı açar. Eziyetleri seni yıldırmasın, sen Allah’a güven, O’nun hükmüne sabret. (Resûlullah’ın şahsında bütün müminlere hitap ediliyor.) 

-Hakk’tan yana tarafgirliğinden ödün verme. 

-İnkarcılar, Hz. Peygamber’in değerlerinden tâviz vermesini, uzlaşmacı davranmasını ve İslâm’ın kendilerine ters gelen, çıkarlarıyla çatışan yönlerinin bırakılmasını istiyor; buna karşılık kendilerinin de tâviz vereceklerini ve ona engel olmayacaklarını söylüyorlardı. Pazarlık ediyorlar, sen biraz gevşet biz de biraz gevşetelim diyorlardı. Hepsinde olmasa bile bari bazı konularda (kısas, el kesimi vs) ısrar etme, diyorlardı. (Günümüz modern dünyasının bazı konularda benzer ödünleri istemekte ısrar etmesi aynı sürecin devamıdır.) Ama Allah’ın elçisine diz çöktüremediler. Müminler “Allah ve Resulü bir konuda ne dediyse ne istediyse, bizim için artık başka türlüsü yoktur.” diyenlerdir.

-Hz Aişe (ra) diyor ki; Resulullah kendisiyle ilgili konularda çok toleranslıydı. Kendi şahsi hukukundan vazgeçer, karşı taraf lehine olay çözümlensin, husumet olmasın,sıkıntı doğmasın diye gayet yumuşak ve olgun davranırdı. (Bu kendisiyle olan şahsi hukukunda uzlaşan biri olduğunu gösteriyor.) Ancak Cenâb-ı Hâkk’ın hükümlerine dair bir konuda ise O ödünsüzdü, keskindi. 

Allah azze ve celleden sebatı ve bizi sabit kılmasını dilemeliyiz. 

-Çocuğumuz,eşimiz vs istiyor diye tesettürden vazgeçmemiz, faize bulaşmamız, onlar istiyor diye alkollü eğlenceler tertip etmemiz, verilen ödünlere örnektir. Rabbi ikinci plana attıkları tutumları varsa anne babamıza dahi itaat etmeyeceğimizi okuyoruz ayetlerde. 

-Hem Yahudililer hem Hıristiyanlar olarak İslamiyetin karşısında iki farklı grup olarak kıyamete kadar kalacağını Kur’an-ı Kerîm bize haber vermektedir. Bunların içinde de Yahudilerin daha şiddetli bir düşmanlık sergileyeceğini ve Mü’minleri ödün vermeye zorlayacağını, itaat etmeye zorlayacağını Cenâb-ı Hâkk haber vermektedir. Yahudilerin en çok itaat etmeye zorladığı ve kendilerine en yakın buldukları ve arada kalmış bir topluluk olarak Müslüman ülkeler içerisinde ödün vere vere iyice yozlaştırdıklarını düşündükleri ülke ne yazıkki ülkemiz olarak görülmektedir. Dolayısıyla da Kur’an-ı Kerîm’den bu manada en çok öğüde kulak vermeye muhtaç topluluk da yine bizleriz. Kimler ayetler okunduğunda galiba benden bahsediyor diyorsa ibret almalı. Yahudilerle olan münasebetini gözden geçirmeli. 


-Kalem 7: “Doğrusu, yolundan sapan kimseyi en iyi bilen rabbindir; hidayete tutunmak isteyenleri de en iyi bilen O’dur.”

Sen “en iyi kim” bilmezsin. Senin nazarında iyi gözükür; bazen akrabalık bağı dolayısıyla iyi gözükür. Bazen seninle yaptığı ticaret münasebetiyle,bazan samimi olan iyi komşuluk ilişkisi dolayısıyla ya da sana iş verdiği için yahut bir şekilde iyilik ettiği için senin nazarında iyi gözükebilir. Bunlar senin o sığ nazarında o kişinin “iyi olduğu, hidayeti hak ettiği anlamına gelmez” Cenâb-ı Hâkk’ın en iyi bildiğini, kişiyi bütün yönleriyle tanıdığını akıldan kaçırırsak, o zaman kişi bizim nazarımızda özellikle de bize dokunan yönleriyle iyi sandığımız özellikleriyle hidayetten yoksun olarak görmek, kafamızda kocaman soru işaretlerine dönüşür. Bu kez “ya bu adam bu kadar iyiyken Allah onu yakacak mı?” diye soru sormaya kalkarız. Geniş yeryüzü coğrafyasını gezenler ve yeni insanlar tanıyanlar, farklı dinlere mensup insanları görenler, bunlardan yüze gülen,ikramda bulunan,iyi ilişkiler kuranlar dönüp geldiklerinde “ya iyi kimseler tanıdık,bize çay ikram ettiler, hediyeler verdiler, öyle şirin içten hayat dolu capcanlı kimseler bunlar. Ve bunların da kendilerine göre dinleri var. Demek ki din denen şey çok önemli değil esas olan insanlık. Onlar da bir şekilde bir din öğrenmişler. Allah herhalde onlara da bir şekilde iyi sonuçlar çıkarır.” şeklinde yanlış değerlendirmelerde bulunurlar. Çünkü biz bir yerde güler yüzle karşılaştık diye, çay ikram edip bizimle iyi ilişkiler kurdu diye, iyi ticaret yaptı diye iyi olduğuna hükmedersek bu yanlış olur. Kur’an-ı Kerîm’de Rabbimiz bizi uyarıyor; “Rabbin yoldan sapanı senden daha iyi bilmektedir.”  

Biz şuna hükmetmeliyiz ki hidayete elverir, hidayete uygun kimselere yani Cenâb-ı Hâkk’ın hidayete erdireceği kişilerin vasıflarına bürünmüş olan kimselere, yeryüzü coğrafyasının her neresinde olurlarsa olsunlar Cenâb-ı Hâkk elbette ki hidayetini ulaştırır, elbetteki onları zayi etmez. Allah’ın kullarına verdiği nimetler çeşit çeşittir. Bu nimetlere nankörlük, nimetlerin büyüklüğüyle alakalıdır. Büyük nimetlere nankörlük edenler büyük nankörlük etmiş olur, küçük nimetlere nankörlük edenler de küçük nankörlük etmiş olur. Dolayısıyla kişilerin iyilikleri ve kötülükleri de elindeki nimetleri ne denli kötüye kullandıklarıyla alakalı bir husustur. Büyük nimetleri kötüye kullananlar çok kötü kimseler olur. Cenâb-ı Hâkk’ın Kur’an-ı Kerîm’de anlattığına göre O’nun insanlara lutfettiği en büyük nimet gören,işiten,akleden yanıdır. Bu insanı en’amdan üste çıkarır. Dolayısıyla en kötü insan, bu en büyük nimeti ayaklar altına almış, kullanmayan kimselerdir. Allah katında en kötü kimse çay içilmeyen değil, ikramda bulunmayan değil, ticaretinde dürüst olmayan değil,hatta adam öldüren değil, hatta zina eden de değil. Allah katında en kötü kimse, göz kulak ve akletme yeteneklerini kullanmayan kimsedir. 

Yani kişi komşuluk haklarına çok riayet etse bile akletmiyorsa bu insan hala en kötüdür. Çünkü kullara yönelik hukuk çok aşağıda kalır. Bize nimetleri Allah azze ve celle sunuyor, komşularımız değil. Allah’ın hukukuna karşı saygısızlık elbetteki kulların hukukuna karşı saygısızlıktan çok daha büyüktür. Allah’ın haklarını ayaklar altına alan kimse, kullarla iyi ilişkide olsa da hiç bir neticesi ve akıbeti olmayacaktır. Kişi akledip, gözlem yapıp, işitip dinleyip değerlendirmeli ve İlahi Kudret’in büyüklüğünü, sanatını takdir etmeli. Hayranlıkla O’na tapınıp secde etme yükümlülüğünde olmalı. Dolayısıyla kişideki en büyük nimet neyse oradan başlayarak kişinin iyiliğini kötülüğünü tartalım. Bize çay verdi diye, çok iyi komşuluk ilişkisi var diye kişi iyi olmaz. Kişi aklediyor mu? Tabi başta kendimize soralım iyi bir kimse miyim? Ben, bendeki en büyük nimeti değerlendiriyor muyum? 

-Cenâb-ı Hâkk hiç bir kulunu unutmaz. Her kuluna fırsat sunar. Cenâb-ı Hâkk’ın bu fırsatları iyi değerlendiren kullarını en iyi bilip onları muvaffak kıldığını, bu fırsatları kötüye kullanan ve delalete yönelen kimseleri de delalete sevk ettiğini asla akıldan çıkarmamalı. Allah hakkındaki zannımızı dosdoğru tutmalıyız. Çünkü bu zannımızdan saptığımızda, artık o düşündüğümüz Allah, Cenab-ı Allah değil. Zalim birini tasavvur ediyoruz. Ve biz de artık O’nun kulluğundan çıkmış kendimize başka ilahlar edinmeye yönelmiş oluruz. 

-Cenâb-ı Hâkk’a olan vefamız başkalarına olan vefamızdan önceliklidir. Başkaları babamız da olsa, valimiz idarecimiz de olsa, hocamız da olsa, her kim olsa Hakk’a vefa her şeyden önceliklidir. Bütün şartlar değişse de ben hep Hakk’ın yanında kalmalıyım, demeliyiz. 



-Kalem 4: “Muhakkak ki sen muazzam bir ahlâk üzeresin.”

Cenâb-ı Hâkk elçisine büyük bir ahlâk üzerine övgüde bulunmaktadır. Bu Resulullah efendimiz (sav) açından önemli bir iltifattır. Şu halde peygamberimizin (sav) hayatındaki detaylar bizim için önemlidir, O’nun insanlarla olan ilişkisi, davranış biçimi, aile hayatı, toplumu yönetmedeki yaklaşımı, tüm hal ve hareketleri, sözleri önemli hale gelmektedir. 

Peki eleştiriler ne yönde geliyor? Allah’ın elçisi en çok da ahlâkı bakımından günümüzün modern dünyasında eleştiri almaktadır. Çoğunlukla O’nun aile hayatını dillerine dolayan, çok evlenmiş olması bakımından, onların ifadesiyle “ahlâki zaafiyeti olan biri” gibi gösteren anlayış. Allah’ın elçisinde insanlara davranışları bakımından sorun bulamayanlar, idareciliğinde adaleti bakımından eleştiri getiremeyenler, bu kadar güce kavuştuğu halde kendisini öne çıkarmamış sade kalmış biri olmasına eleştiri getiremeyenler, Allah’ın elçisini eş sayısı üzerinden yermeye kalkmaktadırlar. Ahlâki bir zaafiyet içerisinde olup, vahyi kendisinin oluşturduğuna ve ayetleri daha fazla kadına ulaşmanın bir aracı  olarak kullandığına dair söylemler geliştiriyorlar. Allah’ın Resul’ünün eline yüklü miktarda imkanların geçtiği dönemde, eşleri O’nu sıkıştırmış “Biz de şöyle giyecekler istiyoruz. Biz de şöyle yerlerde oturmak istiyoruz. Biz de şöyle ev eşyası vs istiyoruz.” şeklindeki beklentilerini, hem de kollektif bir dille seslendirince, Resulullah’ı (sav) baskı altına sokmuşlardı. Bunun üzerine Resulullah (sav) hepsiyle olan ilişkisini askıya almış ve kendilerinden 1 ay uzakta kalmıştır. Resulullah’ın (sav) hanımlarına koyduğu bu tepki, onların daha müreffeh, daha güzel, daha rahat yaşamdan ziyade daha çok infaka yönelmelerini beklediğindendir. Tam da bu noktada madem kadına karşı zafiyet içerisinde ise, onlara yönelik daha fazla harcamada bulunması, istediklerini onlara sunması gerekmiyor muydu? Oysa böyle sahneler görmemekteyiz. Allah’ın elçisi onlardan uzak kalmakta, kendi sade ve sıradan yaşamını sürdürmekte. Dünyaya yönelik  isteklerinin önüne set çekti. “Eğer dünya hayatını ve ziynetlerini istiyorsanız, gelin hadi, size biraz bir şeyler vereyim ve sizi güzelce salıvereyim,gidiniz.” Ahzâb-28  

Demek oluyor ki, siz bunları isteyedururken benim hanemde olamazsınız. Siz dünyayı ve dünyanın ziynetlerini arzulayadururken benimle aynı yaşamı yaşayamazsınız, demektir. Yol ayrımında bu vardır. 

“Yok eğer Allah’ı, resulünü ve âhiret yurdunu istiyorsanız şunu bilin ki Allah, içinizden güzel davrananlara büyük bir ödül hazırlamıştır.” Ahzâb-29

Ve Hz Aişe kararını hemencecik orada veriyor “Söylediklerimden pişman oldum, ben Allah’ın Resul’ünü ve ahiret hayatını istiyorum” diyor. Hani kadınlara bu denli düşkün, zaafiyet içinde olan kimse? Böyle zaafiyeti olan kimseler varlarını yoklarını sevdikleri kadınlara harcayan ve onlar uğrunda her şeylerini kaybeden tiplerdir. Halbuki gördüğümüz şahsiyet tabii olarak evlilik yapıyor. Bunu düşkünlük olarak görmeyiniz. Ama bunun zafiyete dönüştüğü yer, O’nun doğrularından, ilkelerinden kadınlar uğruna vazgeçtiği, her türlü değeri kadınlar uğrunda savurduğu bir durumda ancak ahlaksızlık ve karaktersizliğe dönüşebilir. Resulullah (sav) ilkelerinden ve yaşam tarzından asla vazgeçmemiş “Bu dünyada sanki bir garip yada gelen geçen biri gibi ol” anlayışını hayatına tamamen yansıtmış bir insan. Hiç makul değil ki Allah’ın elçisini ahlaki bakımdan eleştirebilelim. Vallahi 1991-92’lerden beri hadis ilmi ile iştigal ediyorum, ben Allah’ın elçisinin hayatında herhangi bir biçimde “ya bu da yakışır mı!” diyebileceğim bir olayla karşılaşmadım. Kendime olan saygımı, akleden değerlendiren yönümü -ki bunları İlahi sayarım, bunları da bana Allah vermiştir- devredışı hiç bir zaman bırakmamaya özen gösterdiğim halde, O’nun hayatını detaylarıyla okudukça hayranlık duydum. O yüzden O’nun şu kadar sayıda evlenmiş olmasını konu etmeyi asla hicap duyulacak bir şey olarak görmedim. Yüce Rabbin meşru gösterdiği bir şeyi gayrimeşru göstermeye, utanılacak bir şey gibi göstermeye yönelen kimseler tepeden tırnağa utanç içinde kalsınlar. 


-Kalem 1-2: “Nûn. Kaleme ve onun satır satır yazdıklarına andolsun ki sen -Rabbinin nimeti dolayısıyla- bir deli değilsin.”

Kur’an-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hâkk’ın üzerine kasem ettiği varlıklar son derece dikkat çeker. İlahi sanatın en büyük tezahürlerindendir. Örneğin yıldızların konumuna kasem ediyor Cenâb-ı Hâkk. Oradaki sanatın, ilmin, büyüklüğün önemi için Cenâb-ı Hâkk kasem etmektedir. Cenâb-ı Hâkk bu kadar önemli bir şeye kasem ettikten sonra, neyin önemini neyin doğruluğunu neyin gerçekliğini insana hatırlatacak? Bu ikisi arasındaki ilişki kasem-cevap ilişkisidir. Bunu bazı insanlar Allah azze ve celle açısından yadırgamaktadırlar. Demektedirler ki; Allah kuluna inandırmak için yetmiyor bir de yemin billah çekiyor. Belli ki bu bir beşer sözü. Çaresiz kalınca yemine başvuruyor. Allah’ın sözü olsaydı yemine ihtiyaç duyar mıydı? Bu bir çaresizliğin eseri… şeklinde yorumlar yapıyorlar. 

Halbuki kasem-cevap ilişkisi bu denli basit bir düzeyde ele alınamaz. Ayeti kerimedeki kalemin satır satır yazdıklarını okuyunca aklımıza akıl dolu ifadeler geliyor, bilgi geliyor. Bunların ciddiyeti önemini ifade edip “Sen bir deli,mecnun değilsin” diyor. 

Ölüm sonrası kemikler çürümüşken, sonrasında dirilip yeni bir hayattan söz ettikleri için bunu ancak şaşıran, cinnet geçiren, akli dengesini kaybeden kimseler söyler zannıyla maksatlı bir şekilde, Hz Nuh’tan başlayarak resullere mecnun yakıştırmasında bulunuyorlar. Bu çok yerici, çok küçük düşürücü bir ifade. (Sanki anlaşmış, söz birliği yapmış gibi her topluluk kendilerine gelen resulüne ya mecnun ya sihirbaz ithamı yapmış)

Resullerin çağrıları karşısında öfkeye sarılıyorlar. Öfkeyle de yapabildikleri şeyler; hakaret, aşağılamak, işkence ve sonucunda da katletmek. Bu bâtıl cephenin verdiği tepkidir. 


https://youtube.com/playlist?list=PL470HxBGbzVDhOyXR7ezjTxOux9oxUuit

Hiç yorum yok: