*Halis Aydemir Hocanın tefsir derslerinden bazı başlıklar:
KUR’AN-I KERÎM
-Dünyayı olduğu kadar küçük görebilmek, büyüklüğüne göre önem vermek ve esasen ahiretin büyüklüğüne göre de heyecan duyup beklentiye kapılmak.. Bunları bir insan yerli yerinde yapmak istiyorsa Kuran’a yönelmeli, şifaya kavuşmalıdır.
“Şifa ve rahmet namına ne varsa biz Kuran’dan sürekli indirmekteyiz.” diyor Cenab-ı Hak. Kuran’ın kendisi nazil olup bitmiştir ama Kur’an üzerinden şifa ve rahmet inmeye devam etmektedir. Her kapağını açtıkça insanlar Kuran’ın, şifa ve rahmet ile kendilerini buluşturmaktadırlar.
-Resulullah (sav) cephede savaş meydanlarında ölüm korkusunun pik yapacağı o anlarda bile insanları hep Kuran ile teskin etti, onlara hep Kuran okutuyordu. Niye? Çünkü ölümle yüz yüzeler, buna karşı en güçlü şeyi kullanmaları lazım. Başka bir şey olsaydı Hz Peygamber aleyhisselâm onu yapardı. Demek ki Kur’an-ı Kerîm öyle bir kuvvet sağlar ki insana, hele hele bu rüku ve secde ile eşlik ederse, ölüm korkusu olsa dahi dünyanın etkisi cılızlaşır ve kişiyi terk eder. Böyle kimseler arkalarında bıraktıkları aileleri ve mülklerinden ziyade önlerinde onları bekleyenlerin tesirine kapılırlar. Gerçek yurduma, gerçek varlığıma, Rabbimin gerçek vaadettiklerine kavuşacağım arzusuyla dolarlar.
-Kur’anı Kerîm bize canlılık verir, şifa verir, rahmet verir, adeta nefes alırız. Kuran, Kuran’la irtibatı olmayan kimseleri ölü olarak tarif etmektedir.
-Kur’an-ı Kerîm insanın kalbini olması gereken yere çeker. Kalbin sağa sola kayıp, orjinden koptuğu, başka tesirlerin altına girdiği bir anda tekrar KUR’AN okuyarak bir kişi kalbini kalibre eder, gerçeklerle paralel bir hale döner.
-Neye ne kadar çok bakarsan, onun tesiri altına o kadar çok gireceksin. Kur’an-ı Kerîm’e kendini açarsan onun tesirine kendini bırakırsın demektir !!!
-“Allah’ın katındakiler daha hayrlı ve daha kalıcıdır.” İşte bu vaade tutunabilmek, buna heveslenebilmek, bunu arzu edebilmek, bunu etrafımızdakilerle paylaşabilmek, bunun ümidine kapılıp bunun heyecanının bizi sarmasını, çevremizdeki insanların bizde gözlemlediği gün işte epeyce yol almışız demektir. Bu Allah’ın büyük bir lütfu olsa gerek.
TEDBİR
-Biz Allah (cc) emretti diye tedbir alırız. Ama biliriz ki bu tedbir, Allah’ın isabet ettirmek dilediği şeyi asla engelleyemez. Zaten engellesin diye de almıyoruz bu tedbiri. Allah emretti diye aldık. Bir ibadet gibi.
BI’DAT
-İbadetlere yeni şeyler eklemek tefrikanın önünü açar.
Tefrika:Birbirine kötülük etmeye değin varan sürekli anlaşmazlık, ikiye ayrılma.
Ezana, namaza bir şeyler eklenirse veya sıfırdan yeni ibadetler geliştirilirse zamanla işin nereye varacağı belli olmaz. O yüzden bi’datler görüldüğü kadar masum değildir. Bi’datleri tespit etmenin yolu; bunların peygamber efendimizin uygulamalarında olup olmadığına bakmakla mümkün olur, Cenab-ı Hak Kitab’ında zikretmiş mi buna bakmakla mümkün olur. Bu iki kaynakta görülmeyen bir ibadet sonradan ihdas edilmiştir, iyi niyetle de yapılsa dine zarar verir kemâlâtı bozar. Bi’datleri meşru göstermeye çalışmak, artık bunlar yüzyıllardır kökleşmiş kemikleşmiş diyerek takılıp kalmak yerine; Peygamber Efendimiz (sav) yapıyor muydu, diye sormak lazım. Dinimiz kemale ermiştir, kâmil olana yapılan bir ilaveden güzellik doğmaz. “Kâmil” kelimesi zaten en güzel olan demektir.
“Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim.” Maide-3
“Her bi’dat delalettir, her delalet ateştir.” Hadisi Şerif
-Yeni bir ibadet çıkarmak kulun haddine değildir. Dinde sonradan kural haline getirilenler bi’dattir, dini değeri yoktur. İnsan kendisine Allah’ın öğretmediği bir şey üzerinden, Allah’ı memnun etmeye kalkamaz. Tam tersi O’nu kızdırıp iyice irtifa kaybeder. Yeni bir şey ihdas etmek Allah’ın hakkıdır, bunu kullar kullanamazlar. Hz Peygamber’de örneğini görmediğimiz, Kuran’da tarif edilmeyen konularda insanların uyanık olmalarını, bunları kabul etmemelerini öneriyorum. Burada küçük bir formül buldum: Bir yere gittiğimizde bize bir ibadet tarif edilmiş ve yapmamız bekleniyorsa, o zaman soralım, bu ibadetin farzları nedir, söylesinler. Yok diyorlarsa öyleyse soralım, bu ibadetin sünnetleri nelerdir? Çünkü namazın ve diğer ibadetlerin farzları-sünnetleri vardır. Hatta ibadet olmayan bazı şeylerin bile sünnetleri vardır. Mesela su içmenin, konuşmanın, yürümenin..
Hz Peygamber’in (sav) bunları nasıl tatbik ettiğine dair elimizde rivayetler vardır. Bu hususlarda peygamberimizi taklit etmek,ona tâbi olmak kişiye sevap kazandırır. Sünnetleri nelerdir diye sorduğumuzda eğer onun sünnetleri de yok diyorlar ise o zaman bu ihdas edilmiş,uydurulmuş bir şeydir. Bunun âdâbı var derler ise, o Allah’ın istediği bir şey değildir, o peygamberimizin de yaptığı bir şey değildir, bu sonradan birilerinin yaptığı bir şeydir, bunun da âdâbı olur.
-Kemâle ermiş dinimize “aslında kâmil değil” iddiasında bulunuyorlar. Demek istiyorlar ki; Cenab-ı Hak bilememiş eksik bırakmış, elçisi örneklememiş, o yüzden bu alanların doldurulması falanca filanca zatlara kaldı, onlar da bunları eklediler. Anca böyle kâmil oldu, gibi abuk sabuk bir iddiaya dönüşür !!!
İSTİAZE
-Kötülüklerden Allah’a sığınma, O’ndan yardım istemek.
“Ya Rabbi bu sıkıntımı çözebilmek için hayatın içinde bana araçlar nasip et. Birinin bir nasihatı olabilir, başka bir yerde başka bir araç olabilir. Ama ben biliyorum ki sen bana destek olursan ben bundan kurtulabilirim. Yoksa ben hiç bir derdimi kendi başıma kalarak çözemem.”
Sonuç Allah azze ve cellenin elindedir. Cenabı Hakk’a sığınma refleksimizi güçlü kılmak, imanımızın canlı olduğunun bir göstergesidir. Bazılarımızın hazırbulunuşlukları çok iyidir, Cenab-ı Hakk’a sığınınca Cenab-ı Hak onlara hemen çare olur. Bazılarmızı da bu yanlarını daha olgunlaştırmak, ilerletmek için bu sürecin içerisinde yaşatır, çare sonrasında gelir. Kulun Rabbi ile bu kontağı kurması lazım, ya Rabbi sen bana yetiş diye imdat hissiyle yaşaması lazım.
NAMAZ
-Mü’minler namaz hali üzre görülürler. Yani bizim Mü’min olarak dışarıdan en görülür yanımızın fotoğrafı namaz.
“Sen onları rüku ederken,secde ederken görürsün.” “Fetih-29”
O yüzden namaz en belirgin karakteristiğimiz. Bundan yoksun olmak çok tedirgin edici olmalı.
-Bir şehrin müftüsüne (Erzurum’da) sormuşlar namaz kılmayanlar kafir midir? O da “Öyle bir şey diyemeyiz ama kafirler namaz kılmaz” demiş. Namaz kılmayanlar kafirdir demeye dilimiz varmasa da, kafirlerin namaz kılmadığını biliyoruz. Mü’minlerden namaz kılmayanlar da istikbar sürecine girmiş olurlar.
ALLAH RAZI OLSUN DEMEK VE TEŞEKKÜR ETMEK
-Allah razı olsun diyerek;
Birisinin bize gösterdiği bir imkana, bir iyiliğe istinaden, o kişiye Cenabı Hak’tan bir karşılık umuyoruz.
-Biri teşekkür ediyor diğeri rica ediyorsa bu iki kişi kendi aralarında işi bitiriyor demek ki. Cenabı Hakk’ın hiç anılmadığı bir ilişki biçimi! Sanki o yardım, o iyilik yapanın kendisinden kaynaklanıyormuş gibi ona teşekkür etmek.
O da “bir şey değil, daha ben çok fazlasını yaparım bunlar ne ki” anlamına gelecek bir sahiplenme içine giriyorsa bu yanlıştır. Bu Gerçek Sahib’i anmamak olur. Bu hamdin Allah’a ait olduğu gerçeğiyle yaşamamak gibidir. Bu seküler bir bakış. Kişiler kendi aralarında işi böyle bitirirse Cenabı Hak bundan memnun olmaz. Bakar ki kulları O’nu yadetmedi. Halbuki oradaki her şeyin sahibi de O’ydu. Kullar burada aracıdır. Cenabı Hak diyor ki; kullar size ne yaparsa yapsınlar benim dilemediğim hiç bir hayrı ulaştırmazlar. Eğer benim dilediğim bir hayr varsa, kulların hepsi toplansa buna mani olamazlar. İşte böyle inanan kimse sadece O’na teşekkür eder. Başkalarına karşı minnetsizdir, rahat ve müsterihtir. Eğer onlara da bir teşekkür edeceksek bunu Allah üzerinden yapmalıyız. “İnsanlara teşekkür etmesini bilmeyen Allah’a şükretmeyi bilmez” diyor peygamberimiz (sav)
İyiliklere karşılık onlara Allah’tan duada bulunmayı öğretiyor peygamberimiz. Hem orada Cenabı Hakk’ı anmış, hem de karşımızdaki kişiye bu yaptıklarının esas sahibinin Allah olduğunu dolayısıyla karşılığını Allah’tan dilediğimizi söylemiş oluruz.
(ÇOK GÜZEL)
MÜSTEKBİRLİK !!!
-Allah müstekbirleri sevmez.
Biz “müstekbir değilmiş gibi yaparak” Cenab-ı Hakk’ı sahipleniyormuş gibi yaparak bir yere varamayız. Bir de böyle bir kesim var. Yani dindarlığı da elden bırakmıyor. Allah’ı birliyor, tabelayı asıyor ama beklenti dünya odaklı!!! Ve Allah’ın hükümlerine karşı da seçici, bazılarını çıkarmış ya da mücadele içerisinde. Allah’ın buyruklarından istemediğini devre dışı bırakan.
Hangi çeşidiyle olursa olsun teslimiyet dışında kalan her türlü yaklaşım içinde istikbar barındırır. Cenâb-ı Hâkk’ın emirlerini bütünüyle reddedici olanlar da, yer yer seçici olanlar da, bazı istisnalar ile Müslümanmış gibi olanlar da istikbar barındırır. Çünkü Allah azze ve celle katında makbul olan bütünüyle teslimiyettir, yani istisna etmeksizin. “Huzuruna çıktığımda bunun hesabını nasıl veririm” korkusuyla…
-Sigorta, düzenli bir gelir.. Bunlar insanı tehlikeye sokabilen, istikbara sevk eden şeyler. Tam da Allah’ın kulunu istikbar edecek mi diye sınadığı şeyler bunlar. Sağlık, kendini iyi hissetmene yarar. Eğer gafletine girersen Allah’a karşı diklenirsin bu da istikbara girer. Mal mülk servet bunlar da kendini güçlü, kendine yeter saymaya yarar,eğer gafletine girersen istikbara yönelirsin. Yeryüzündeki imkanların hep Allah’a karşı kulu yoklayan sınayan bir görevi var.
“Rabbim beni bu nimetle ne bakımdan sınıyor?” diye soruyorsak doğru cevabı arıyoruz demektir. Ama yok “Bu bize nasıl keyif veriyor, nasıl rahatlatıyor, bizi iyi gezdiriyor, ne de iyi serinletiyor” diye, dünyada bize sağladığı yararlar üzerinden onların esas işlevlerini anlamaya kalkarsak, bu seküler bakış açısı. Cenab-ı Allah’ın öğrettiği böyle değil.
Hasan el-Basri demiş ki; “Allah baktın ki sana bolca veriyor, baktın ki önünü iyice açtı. Seni demek ki bu açıdan sınamaya yöneldi. Bunu böyle okumalısın.” (Ya Rabbi, beni bu açıdan sınıyorsun belli. Bana mal mülk servet evlat mevki kariyer itibar verdin. Baktım ki annem babam yaşlılık demlerinde yanıma geldi, ya Rabbi demekki bunlarla beni sınıyacaksın) İşte bunların hepsi sınava bakan yüzüyle esas işlevli.
-Kuranı Kerim’e baktığımız zaman, kişinin ahiretten kopması Cenab-ı Hak’tan kopmasına, Cenab-ı Hak’tan kopması istikbarına, istikbarı da onu cehennemlik yapmaya götürür. Müstekbirlerin hepsi cehennemi boyluyor. Bu, müstekbir olmayan için büyük ümit var demek.
-Kula istikbar yakışmıyor.
-Kulu istikbara en çok sevk eden şey ilimdir. İnsanların çoğu para zanneder. İlim paraya da hükmeder. Bilgi her şeyin üstünde bir şeydir.
-Şu küçücük varlığımızla Cenâb-ı Hâkk’a diklenmeyi nasıl göze alıyoruz? Oturun bir hesap edin. Yerlerde göklerde kim varsa O’nun kuludur ve kulluk etmekten geri durmuyorlar. Bense dikleniyorum, diye kendinize bunu üst üste söyleyin bakalım, ne hissedeceksiniz?
SEKÜLER DIŞ GÜÇLER
-Bugünkü bizim Müslümanlığımızı en çok tehdit eden şey, modern dünya medeniyetinin kendi değerleri altında, Allah’ın bize öğrettiği değerleri, medya gücünü de kullanarak, ezmesi ve aşağılaması. Hacı, hoca, müftü, sarıklı vb temsiller karikatürler ile küçük düşürülüyor, geride kalmış olarak resmediliyor. Buz gibi eritmek istiyorlar. Ve bizleri de utanç duymaya, basit değersiz saymaya sokuyorlar. Biliyorlar ki istikbar olursa gerisi kolay.
MUSİBETLER-AZAB
-Rabbimizden gelen hem güzellikle olan çağrıları,hem sertçe olan çağrıları tüketen kimseye müsrif diyoruz. Çünkü bunların hepsini israf etmiş, hepsi birer birer imkandı aslında. Hastalıkla gelen, ekonomik sıkıntıyla gelen, dünyadaki her çeşit musibetler Allah’ın bize sertçe gönderdiği bilinçli kontrollü uyarılardır, hem bireyde hem toplumların hayatında.
Bu uyarılar bazı kullarda karşılık bulur, onlar bunları bir fırsat olarak değerlendirirler, istikamet almaya, yanlış güzergahtan vazgeçip tövbe edip Cenab-ı Hakk’a yönelirler. Ama bunları ıskalayan tüketen, belki sadece o sıkıntı anında Cenab-ı Allah’a yönelip “bu sıkıntımı çözersen, kaldırırsan Rabbim” deyip sonra yine normal zamana geçince vazgeçen yığınlar bilerek ve isteyerek,kendi iradeleriyle Allah’a saygısız davranmayı ve karşılığındaki azabı özellikle hak edecek bir yolculuğu tamamlar. Ne yazık ki insanların çoğu böyle müsriftir. Sıkıntı geldiğinde nasıl yalvar yakar olduğumuz, nasıl dua ettiğimiz mühim. Her ibretli sahne Allah’ın kuluna sunduğu bir mesaj, bir nimettir. Rabbim rahmetiyle kendisine çağırıyor.
-Allah müsrif olan kimseyi saptırır, hidayet etmez. Cehennem halkı müsriflerle doludur.
ŞÜKÜR
-Küçük büyük her ne nimet varsa, kimin eliyle gelirse gelsin, hepsini Allah’tan bilmek şükürdür. Kul bu bilince kavuştuğu zaman Şekûr (şükreden) olur. Ve bu tevhid akidesiyle doğrudan ilişkilidir. Şükretmek kulu Allah’a döndüren, kula Allah’ı hatırlatan bir reflekse dönüşür. Her adımda şükredilecek bir nimetle karşılaşıyoruz. Cenab-ı Allah kula nimeti veriyor, sonra kula bakıyor kuldan ne tepki var, kulun geri dönüşü nedir?
“Hz İbrahim Allah’ın nimetlerine daima şükreden biriydi.” (Nahl Sûresi-121)
-Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de zâtını Şâkir olarak,Şekûr olarak tarif ediyor. Halbuki bu O’nun açısından zahiddir yani fazladandır. Kulunun teşekkürüne teşekkürle karşılık veriyor. Bunun sebebi kulları içerisinde şükredenlerin çok az olması. Çok az olduğu için de kulun teşekkürü teşekkürle karşılık buluyor. Yaratıcı Kudret, kuluna olan nimeti için kulunun takdir etmesini, tanıyıp şükretmesini bekliyor. Hayvan bunu yapamaz, hayvana rızkını veren de Allah ama şükrü,teşekkürü insandan bekliyor. İnsanın mümeyyiz tarafı bu; akledip resmi okuyabilen tarafı bu. Allah’ın yarattıklarını, gücünü göz ardı edersen, başkalarının gücü senin gözünde büyümeye başlar. (Başkalarını gücü, serveti, hakimiyeti, otoritesi, ilmi, fenni..)
-Elimizde ne nimet varsa hepsi Allah’tan. Elinize geçtiyse bunu hiç kimse engelleyecek değildi. Sizi şaşıp geçtiyse de hiç kimse onu size ulaştırabilecek değildi. Şükrün mutlak getirdiği özgürlük sahası. Bu ikisini birbirinden ayırmakla seküler bakışın çok bir farkı yok. O zaman “Allah’ın yapabildikleri var ama başkaları olmadan da olmuyor” dedirtir insana!
-Şükür azaba,cehenneme karşı kalkandır. Şükür diğer ibadetlerin hepsinin sağlayıcısı, ortaya çıkarıcısı, devamına vesile olanıdır.
-Şükür, nimetin sahibini tanımaktır. İlahi rahmeti tanıyarak nimetleri tüketmek, öyle yaşamak. Şükürsüz kimseler üzümü yeyip bağını sormayan kişilerdir. Şükürsüz kimseler hayatı yaşayıp hayatın sahibini tanımayan kimselerdir. Şükürsüz kimseler hazır buldukları bu hayatı sahipsizmiş gibi zannederler.
KURAN AYETLERİ
-Rabbimiz neyi indirmişse özellikle bilerek indirmiştir. “Allah öyle söylemiş ama, o dönemlerde öyle denk gelmiş öyle söylemiş, şuan öyle olmamalı” tarzı yaklaşımlar Kuranı Kerim’e mevzi-yer-tarihsel-dönemsel yakıştırmaları atfetmek, Cenabı Allah’ın vaktiyle böyle söylemek zorunda olduğuna dair bir hüküm içereceğinden, O’nun neyi indirdiğini ve zamanla başına neyin geleceğini bilmeksizin çeşitli ayetleri Kuranı Kerim’e koymuş muamelesi yapmak olur. Allah hem o insanları hem bizi hem de kıyamete kadar yaşayacak insanları muhatap alan, dönemsel-tarihsel-yerel unsurlardan steril ifadeleri yapmaktan aciz değildi ki; “Ne indirdiğimi biliyorum, indirdiğimin arkasındayım” diyecek zatına,şanına yaraşır ifadeleri göndermemiş olsun.
“Bilememiş de öyle söylemiş” muamelesini hiç bir ayetine yapamayız, yakıştıramayız. Değiştirdiklerini de neshettiklerini de (ortadan kaldırdıkları) özellikle ve bilerek yapmıştır unuttuklarını da baştan daha indirirken unutturacağını bilerek, özellikle indirmiştir.
-Kuran ayetlerinin her birinin yeri tevkifidir. Yani vahiy olarak dikte edilmiştir. (Sûrelerin sıralanışı tevkifidir yani Allahın emriyledir)
Resullulah “Bu ayeti nereye koyalım, bunu şuraya ekleyelim, bak bu buraya yakışır” gibi bir süreç içinde olmamıştır.
HİDAYET
-Hidayet iradeyle olan bir şeydir, kişinin harekete geçmesi lazım. Kişinin Rabbini sevmeye ve saymaya yol araması lazım
“Kim dilerse o Rabbine yola çıksın” (Müezemmil Sûresi-19)
-Kişi kendi harekete geçmezse Resulullah’ı (sav) görse duysa ne olur,dizinin dibinde olsa ne olur.
-Allah hidayeti rast gele dağıtmış değildir. Hidayeti istediği halde erişemeyen bir zümre veya hiç alakası olmadığı halde sırf Allah dilediği için hidayete eren bir zümre gibi bir rast gelelik adalete sığmaz, insanın aklı da bunu makul bulmaz.
-Hidayet süreçlerinde Cenab-ı Allah’ın öğrettiği ve uyguladığı sünnetleri vardır, şablonları,yöntemleri vardır. Ve bunlar adalet üzerinedir. Delaleti de Hidayeti de Allah rast gele hak edene etmeyene vermez. Uygun düşen kimselere yaşatır. O yüzden zalimlere, fasıklara hidayet etmediği halde, kendisine yönelen,sığınan kimselere hidayet eder. Cenab-ı Hak başkaca her şeyden kopuk, bütün geleceğini kendisinde arayan,sevgisini O’na yönlendiren ve bu sevgiyi en üstte tutan,hayatı O’nun adına yaşayan kimselere hidayet eder. Biz bir yandan zalimlik yaparak hidayet diliyorsak bu sözde kalır. Esas olan amelimizdir. Amelimizde delaleti talep ettiğimiz için, sözde nakarat halindeki hidayet taleplerimiz karşılık bulmayacaktır. Dolayısıyla fasıklıktan sıyrılman arınman gerekir ki Cenab-ı Allah’tan hidayet talebin karşılık bulsun ve Allah sana evladına ailene hidayet etsin. (Örneğin Allah müsrifleri de delalete sevk eder) Bir süre sonra Allah kalbini karartır.
“Allah kuluyla kalbi arasına girer.”
(Enfal Sûresi-24)
Yani Allah’ın çağrısına içtenlikle katılanlarla menfaati için öyle görünenleri Allah bilir ve ayırır.
-Allah hidayeti kimler için diliyor, bunu düşünmek lazım. Zalimlere, yalancılara, müsriflere, böbürlenerek kendisiyle övünenlere, müstekbirlere, fasıklara, hakkı itirafa yanaşmayanlara .. hidayet etmez. Gördüğü hakikati göz göre göre ezip geçenlere hidayet etmez. Zalim deyince sadece karıncayı inciten, çocukları döven, binaları şehirleri yıkan birileri gelmesin aklınıza. Bunlar da büyük zulümler tabi ama esas teolojik perspektiften baktığımız zaman zalimler bilginin hakikatine riayet etmeyen kimselerdir. En büyük zulüm bu. Allah’ın katında en kötü kullar akletmeyen, gözlem yapmayan, kulaklarını tıkamış, Cenab-ı Hakk’ı tanımayı devre dışı bırakmış, bilgiyi israf eden kimseler.
-Allah sadık kimselere, içtenlikli kimselere, ihlas sahibi kimselere hidayet eder. Kişi kendi iradesiyle hangi yolu seçerse,Allah da ona uygun olarak ya hidayetini ya delaletini ona yaşatır.
-Allah müminlere örnek veriyor Firavunun karısını (Âsiye) ve İmran’ın kızını (Meryem)
-Allah kafirlere örnek veriyor Nuh’un karısını (Vaile) ve Lut’un karısını (Vahile)
-Sen ancak tebliğ edebilirsin, tebliğden öteye gidemezsin bekçilik edemezsin. Onların iradelerini ellerinden alıp yönlendirmeye kalkamazsın. Onların üzerinde bir zorba olarak kurulmazsın cebredici kişiye dönüşemezsin (cebbar olamazsın) Sen tebliğ eder açıklarsın, o ya basirette bulunur bunu kendisi için yapar. Ya da sırtını döner önemsemezse bu da aleyhinde bir kazanımdır.
“Her kişi kendi kazancının rehinesidir”(Müddessir Sûresi- 38)
Kendi kazancı neyse akibeti de ona bağlıdır. Ya yüce Allah’a karşı sevgi ve saygıda bulunur ya da Rabbimizin kudretini bilmesine rağmen heva ve arzularına uyar. Bu, kişinin kendi bileceği şeydir ki sonucuna kendisi katlansın. Elbetteki birbirimize telkinlerde bulunuruz, uyarıları sürdürürüz ama baskı kurmayız buna hakkımız yok, karar kişinin kendisinde. İnsanın farkındalığı çok önemli. Cenab-ı Hak bu farkındalığı sağlamayı kendi üzerine almış. Bunu gerçekleştireceğini kendi hakkı olarak zatına almış. Dolasıyla “Ben size ayetlerimi illaki göstereceğim siz de tanıyacaksınız” buyuruyor. Bize akletme potansiyelini vermiş. Hakikatin önünü hepimize açmış. Kul ne zaman istikamete yönelirse Allah onların bilgilerini çoğaltır. Balta girmemiş ormanlarda yaşayanlara suyu ekmeği gönderiyorsa elbette ki bilgiyi de gönderir. Bilginin ulaştırılması, suların ve yiyeceklerin ulaştırılmasından daha kolaydır. Gökten suyu indiren Cenab-ı Hak, hayatın anlamını çözeceği ayetlerini mi indiremiyor? İster balta girmiş olsun ister balta girmemiş olsun, suyun yiyeceğin girdiği her yerde Cenab-ı Hakk’ın nimetleri güneş gibi insanın önünde demektir. Ve ağaca,hayvana, cisme tapmaması gerektiğini,
göğü-yeri kim yarattıysa onun önünde eğilmesi gerektiğini elbette ki öğretmiştir. Öğrettiği ne varsa öğrettiği kadar da sorumluluk açmıştır. Öğretmediğinden sorumlu tutmaz. Vermediği bir şeyi kulundan istemez.
Allah öyle bir fıtrat üzre yaratmış ki hakikatle sabah akşam yüzleşiyor Allah’ın kulları. Hakikat herkese yağmur gibi yağıyor ama bazıları öyle şemsiyeler kullanıyorlar ki bu hakikatlere uzak duruyorlar.
Rabbimiz buyuruyor ki: “Ben kullarımın hepsine ayetlerimi göstereceğim”
Yani Müslüman doğana da doğmayana da, anlayıncaya kavrayıncaya değin göstereceğim diyor. Bunu üzerime aldım diyor. Allah buna takılmayın diyor. Ben o kişinin akleden yanına hitap eden bütün hakikati bekletiyorum, diyor. Yani kimse için “böyle bilmeden yaşadı böyle öldü işte, nereden bilsin dini, bilgi eksikliğinden ötürü Allahı tanıyamadı o yüzden mağdur” diyemeyiz. Rabbimiz diyor ki böyle bir şeye ihtimal yok, herkese bilgiyi ulaştırıyorum. Yeryüzünün ve gökyüzünün orduları O’nun ellerinde. Yani Rabbimiz o kişiye bilgiyi bir şekilde ulaştırınca, artık o kişiye yüce yaratıcısına boyun eğmekle eğmemek arasında tercihte sorumluluk yükler. Ve O’na saygı duyması açısından adım atması bekleniyor. Çünkü din nedir? Birinci adım Yaratıcı’yı tanıyacaksın. İkinci adım O’na saygı duyacaksın. O saygının içinde zaten bir dünya şey var , ibadetler vs. İnsanların çoğu işte bu ikinci adıma yaklaşmıyor. Çünkü saygı duymak demek örneğin O’nun yasaklarını yapmamak demek. Dolayısıyla hayatına dokunmasın diye ötede duruyor kaçıyor. Kişi İslam toplumunda yaşasa ne yazar, yine kaçabiliyor. İnsanların çoğu bilgisiz ortamda doğduklarından bilgisiz kalmıyor. Allah onların önüne bilgi kapılarını açıyor, bilgiye ulaşmaktan imtina ediyorlar. Rabbimiz kendi farkındalığını onlara yaşatıyor belletiyor, ama ikrara yanaşmıyorlar. Cenab-ı Hak da bunların adına kafir koymuş. Kavradığı bir hakikatin üstünü örten kimse kafir. Yani yokmuş gibi yaparak hayatına devam ediyor. “Sana ayetlerim geldi, onları yalanladın, büyüklendin, gerçeğin önünde eğilmeyecek kadar kendini dev aynasında gördün. Üstünü örtenlerden oldun. Bir ömür sen bunu yaptın.”
Allah’ın anlattığı kadarıyla mesele bu kadar.
-Çok sağlıklı bir kişi “Ben çok dikkatli yerim özenle şunlardan şunlardan uzak dururum. Egzersiz yaparım vs vs” diyorsa anlarsınız ki onun arka plandaki düşüncesi mevcut sağlığını teminen kendi yaptıklarıyla ilişkilendiriyor. Bu büyük bir ahmaklık olsa gerek. Çünkü oysa kendi de bilir ki bu yaptıklarından daha fazlasını yapan nice insana Allah o sağlığı vermiyor. Yüce Yaradan’ın verdiklerini kendi kazanımlarımız gibi zannetmek bizi hamd etmekten yana zayıflatır, daha az hamd edesimiz gelir. Zenginliğini kendisinden bilenler için de böyledir “ama ben çok çalışıyorum gece gündüz çok emek veriyorum ve akıllıca düşünüyorum ona göre o kadar yatırım yaptım aklımı zekamı kullandım çok dikkat ettik vs” gibi. Sahip olduğu mülkü,serveti kendi çabalarıyla ilişkilendirdi tek tek. Böyle olunca Allah’a hamdimiz sözde olur. Bilincin arka planında kendi var çünkü. Kendinden biliyor!!!
Bizi şeytan buralardan iğfal ediyor. Hamde olan ihtiyacımıza gölge düşüyor.
Oysa biz Allah’ın emri ile çalıştık. Onca serveti ise Rabbim verdi, yaptıklarımın sonucu istihkakı olarak görmüyorum.
Aile de böyle, mesela Allah iyi bir aile nasip etmiş. Ama diyor ki “ben iyi birini seçtim. Ben eşimle iyi ilişkiler kurduğum için böyleyiz. Sıkıntılar olduğunda diyaloğa girdim. Bi dünya yaptığım şeyler var. Kolay değil bir aileye sahip olup onu götürebilmek”
Oysa ki ondan daha fazlasını bilen, işin erbabı/hocası olan ama Allah’ın kendisine aile huzuru yaşatmadığı niceleri var!!! (MÜTHİŞ)
Peki ne diyeceğiz?
“Ben bunları Allah için yaptım onun emri diye yaptım. Bunları bunları yaptım diye aile saadetine kavuştuğumu asla düşünmüyorum. O aile saadeti Cenab-ı Allah’ın bana lütfu ve ihsanıdır.”
İşte böyle düşündüğümüz zaman hem yaptıklarımızın sevabına kavuşuruz hem de onun verdiği o huzurdan ve bahtiyarlıktan ötürü hamdimiz zaafiyete uğramaz. Bu örneği mal mülk zenginlik için de düşünün.
Zekamızdan,çalışmamızdan, güzelliğimizden, maharetimizden, kendi kazanımlarımızdan değil yani.
O yüzden Rabbimize borçluyuz.
“Bu mal mülk bana ancak kazanç ve ticaret yollarını bildiğim için verildi” diyen birinin zannettiği gibi değildir iş. Aksine o nimet onun için bir imtihan ve denemedir. Kendisine verilen nimetler hususunda itaat mi edecek yoksa isyan mı edecek onu denemek için verildi. Fakat insanların çoğu imtihan olduğunu bilmezler, şımarırlar.
(ÇOK GÜZEL)
-Kârûn şöyle demişti: “O servet bana ancak bendeki bilgi sayesinde verildi” (Kasas 78) Ne malları ne servetleri onlara hiçbir fayda vermedi.
-Rızık işi, insanın zekasının azlığına çokluğuna bağlı değildir. O ancak Allah’ın hikmeti ve taksimine bağlıdır.
(O YÜZDEN SAKIN OLA KENDİNDEN BİLME) Her şeyi Allah’tan bilirsen hammad bir kul olursun.
-Bilgiye kendisini kapatmış olanlar, öğrenirsem yüce yaradana karşı sorumluluk duyarım, bu sorumluluk da beni içten içe yakar, en iyisi hiç öğrenmeyeyim böylesi daha rahat şeklinde düşünür. (Ayetleri hadisleri öğrenmeye mesafeli durmak insanın çifte kabahati oluyor) Dolayısıyla kişi önce her türlü bilgiye kendini açık tutmalı. Sonra ikna olduğu bilgiyi iz iz sürmeli.
“Ya Rabbi bana hakikati göster, ben üzerimde oluşturacağı her türlü sorumluluğu canım pahasına üstleneceğim” demediği sürece hakikatin ve hidayetin kendisine gösterileceğini beklemesin. Hidayet öylesine gayretsiz amaçsız öğrenilecek bir şey değildir. Kişi neyim ne için varım akibetim ne olacak nedir bu yaşamın gerçeği diye iz süren kişiye Cenab-ı Allah bunu muvaffak kılar. Ve kişinin bu niyetini çabasını Cenab-ı Allah koruması himayesi altına alır.
(NE KADAR GÜZEL)
Bize düşen niyet, fedakarlık, çaba. Hiç bir kınayıcının kınamasına aldırmadan Rabbimize teslim olmak.
-Bu dünyada kendisini yanıltmak, aldatmak isteyenler için yapılabilecek hiç bir şey yoktur. Ama içlerinde hakikati öğrenmek isteyenler varsa Kuranı Kerim her şeye dair bir açıklama verir.
-KENDİME NOT:
Sıkıntına da hamd et.
Sıkıntı gelmeden bile hamd et.
Sahabeler arasında en çok istiğfar eden Efendimiz’miş (sav)
Namaz öncesi istiğfar edermiş. Namaz kılar yine istiğfar edermiş.
Efendimiz (sav) : “Ya Rabbi ben seni hakkıyla tazim edemiyorum, kulluğumu hakkıyla yapamıyorum. Edebildiğim kadarını en güzelinden kabul eyle”
Bunu taa Hz İbrahim Aleyhisselam’da da görüyoruz. Ki Allah İbrahim’i halil (özel dost) edindi ayeti var. Ama Hz İbrahim şöyle der : “Ya Rabbi beni salihlere ilhak eyle. Ya Rabbi günahlarımı setreyle. İnsanların tekrar dirildikleri o gün mahcup etme. Benim günahlarımı bağışla.”
Kulun Allah’a yaklaşımında tevazusu kendi vaziyetini bilmesinde saklı.
-“Ya Rabbi bugün bir sıkıntı yaşattın bana. Asi mi olacağım diye beni yokluyorsun. Ben bunu hak ettiğimi yaşamadan önce de biliyordum. Sana bundan ötürü hamd ediyorum, kararına saygıyla yaklaşıyorum. Bu senin takdirin,hükmün.
Elhamdulillahi ala külli hal”
(Çünkü biz her halin Allah’tan olduğunu bilenlerdeniz.)
-Her ne kadar Rahman ve Rahim olduğuna vurgu yapıyorsak da hiç bir zaman onun adaletini, hikmetini ortadan kaldıracak iyiyi de kötüyü de eşit görecek bir merhametten söz etmiyoruz.
-Namaz günde 5 vakit bize ayar verir. Kendini haddini bildirir. Şeytanın vıdıvıdılarını dünyanın envai çeşit rengine aldanışımıza ayar çeker. Ve insan Rabbinin huzurunda Rabbini andıkça , Rabbi olduğunu hatırladıkça kasveti kalkar. Refresh olur :) Her namazda kendimizi resetleriz. İyi ya da kötü yaşattığı her halimize hamd ederiz. Ondan geldiğini ve ona döneceğini, bu dünya sayfasının kapanacağını düşünüp, meseleler gözünde küçülür. Mesele küçülünce etkisi de küçülür.
-Şeytan Kur’an-ı Kerîm okurken bile Allah’la aramıza girmeye çalışır. Bizim dosdoğru yolumuz üzerine oturur.
Bu kadar sıkı düşmana karşı sıkı tedbir elbet akıllacadır. O yüzden Rabbimiz diyor ki: “Şeytan sana her bulaştığında Allah’a sığın” (Fussilet Sûresi-36)
-Çabamız Cenab-ı Hakk’ın emri dolayısıyladır.
-“Cuma namazını kılıp artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın fazlı kereminden rızkınızı arayın” (Cuma Sûresi-10)
Bu emri yerine getiriyoruz.
-DÜNYADAKİ BÜYÜKLÜKLERİ GÖZÜNDE KÜÇÜLTMÜŞ, GÖZÜNÜ ALLAHIN VADETTİĞİ SONSUZ BÜYÜKLÜĞE DİKMİŞ BİR UFUK.
-Dünyada bir yabancı gibi olmak
Dünyadan gelip geçen biri olmak.
-Cenab-ı Hak hepimizi toplayıp ortalamamızı almayacak, tek tek fert fert huzura çıkıp hesap vereceğiz. Tıpkı dünyaya tek tek geldiğimiz gibi.
-… çünkü onlar cehaleti mutluluk sayar. Bilmek istemezler. Bilmek,okumak,anlamak istemezler. Çünkü bilmek sorumluluk gerektirir. O sorumluluktan kaçmak için anlamak istemezler.
-Sünnete sarıl, Resulullah’ta olduğunu bilmediği hususları dini yaşantına alma. Daha fazlasını yapmak istiyorsan Resulullahın yaptığı nafilelere bak onları örnek al. Allah’ın resulünden daha fazlası olamayacağını bil. Allahtan en çok sakınan en korkan odur.
-Bu perişan milletin hali ne olacak diye insanları yargılamaktan, başkalarının durumuna sözümona üzülmekten ve kendimizi beğenmekten geçemiyoruz. Herhalde ki şeytan böyle bir halet-i ruhiye ile ibadetimizi yapmış bizi eve döndürürken üzerimize katıla katıla gülüyordur. Çünkü bu Allah’ın katında makbul bir duygu,makbul bir hal değil. “Yaptığı amel ile kendisini bir “şey” zannetmek” Oysa ki Cenab-ı Hakk’ın katında en makbul kulları onun huzurunda kendilerini bir HİÇ hissettiler. Amelleriyle değil Allah’ın rahmetiyle cennete girmeyi umdular.
(ÇOK GÜZEL)
-KENDİME NOT:
TEVAZUDAN ASLA ÖDÜN VERME. NE KENDİNİ NE DE BAŞKALARINI TESKİYE ETME!
-Bugünkü dünyada seküler anlayış yani hayata Allah yokmuşçasına bakalım diyen anlayış , Allah’ın emir ve yasaklarını hayatın içine taşımayalım, herkes kendi bildiği doğruları yaşasın, kimse kimseye zarar vermesin yeter kabilinden. Bugünkü hürriyet anlayışı ve insanların sorumluluk anlayışı nerede başlıyor nerede bitiyor diye sorduğumuz zaman diyorlar ki başkasını rahatsız etmediğin sürece herkes için her şey mübah ve uygun. Müminler için böyle değil. Çünkü biz birbirimize rahatsızlık vermesek de bizi yaratmış olan Allah’ı nasıl göz ardı edebiliriz.
“Ben beni yaratmış olana nasıl kulluk etmem” (Yasin-22)
Ben varım. Beni var eden kudrete nasıl saygı duymam. Bu hayatın sahibine nasıl medyun,borçlu olarak yaşamam. Şeytan ve onun adamları Allah’a karşı bizi saygısızlığa davet ediyor. Hiç akıllıca değil.
Hayatın sahibine karşı sorumsuz, yaşıyor, hesap sorulacağı bilincinden uzat tutuyor kendisini. Küfür hali bu. Seküler bakış açısı. Şeytanın içine çekmeye çalıştığı ve adına özgürlük dediği bu. Böyle bir özgürlüğümüz hiç olmadı ve hiç olmayacak. Biz onun yarattığı ve hüküm gelince öldürdüğü varlıklarız,hangi özgürlükten söz ediyoruz. Ne doğum ne ölüm tarihimizi tayin edebildik ne de hastalıklarımızı seçtik. Sınırlı ve sorunlu bir aralıkta yaşıyoruz.
Hayatın yaratıcısı var ama yaşatıcısı yok olarak tasavvur ediyorlar.
Bunlar da dinsiz olan kimselerdir. Allahı kabul etmeleri herhangi bir şeyi değiştirmez.
-Mushaf tutan halimize Sahabe-i Kiram uzaktan baksa “Bu insanlar bizim devamımız” derler (mi) ?!
-Bize düşen Rabbimizi tanımak. O bizi zaten tanıyor. “O sizi sizden iyi biliyor”
Biz kendimizi bir vakitten sonra bildik. Oysaki Allah evvelimizi de biliyor. Ve cenin iken bizi biliyor biz o hallerimizi bilmiyoruz.
ZULÜM
-Alemin yegane ilahı var ve o da zalim değil. Hepimize müjdeler olsun.
“Ey kullarım, Ben zulmü kendime haram kıldım” (Kudsi Hadis)
Rabbimiz zulmü kendisine yasaklamışken biz kullarına müsaade eder mi, bize de haram kıldı.
Yüce Allah “Zulüm yüklenen gerçekten perişan olmuştur” (Tâhâ-111) buyurmuştur. Zulüm yükü ağırdır küçüğü büyüğü yoktur. Cenab-ı Allah zatına haram kıldığını sana tolere eder mi? O derece çirkin. O yüzden kim Allah ile zıtlaşmak istiyorsa ve onun sevgisinden mahrum kalmak istiyorsa, zulme yönelsin!!!
-Allah halimdir. Kulundan birdenbire vazgeçmez onu gözden hemen çıkarmaz. Tehir eder. Allah’ın halim oluşu nedeniyle kula mühlet verir. Yanlış yaptı diye birden cezasını vermez. Ona düşe kalka öğretir. Gel gel diye çağrıda bulunur.
-“Hidayet ve rahmet ancak iman edenlere (yani üstene alınanlara)”
Bana diyor Rabbim
Bana sesleniyor,bana hitap ediyor. Beni çağırıyor , diye hep kendisini anlayanlar. Ne ayet duysa,ne uyarı ne çağrı ne müjde yahut tehdit duysa herbirinde bana söylüyor Rabbim der ve sorumluluğunu kuşanır gereğini yerine getirir. Kafir ve fasık ise üstüne alınmaz başkasına söylüyor gibi davranır. Kul Kuran-ı Kerim’i açıp bağrına basacak “bana göndermişsin ya Rab” diyerek sahiplenecek.
-“Allahım şu şu zaafiyetimden sana sığınıyorum.” diye diye kul kendini O’nun kudretine, korumasına bırakır. Kurtulanlar ancak böyle kurtulabilmişlerdir. Sistemi çekip çeviren üst mutlak , her şeye hakim.
-Allah zatına karşı saygılı olan herkesi rahmetiyle güvencesine almış. Ve asla şeytanların cinlerin ve şeytanlaşmış insanların hiç birinin etkisine herhangi bir yol bırakmamış “Allah şeytanlara müminlerin aleyhinde herhangi bir yol bırakmamıştır”
Kişi kendisi yoldan çıkarsa çıkar. Kişi kendisi şeytana tav olur. Şeytanın bizde bir egemenliği yoktur.
-Mübah alan çok geniş. Haram alan sınırlı.
-İnsan Allah’ın ipine tutunmadıkça tutunduğu diğer tüm ipler elinde kalır. Allah’tan başka sahibimiz sığınağımız güvencemiz yoktur.
-Ona karşı sorumluluğa girmemek için onu reddetmeyi kestirme bir yol sayan küffarlar.
-Lanet: Kulun Allah’ın rahmetinden mahrum kaldığı sürecin adı. Allah lanetini kulun kendi iradesine bağlamış.
Bakara 152
Siz beni anın ki ben de sizi anayım.
Bana şükredin sakın nankörlük etmeyin.
TAKVA
Gücünüz yettiği kadar yapabildiğiniz kadar takvaya yönelin. Bunu ne kadar çoğaltırsanız cehennemden kurtuluş süreciniz de o kadar çabuk olacaktır. Müttakiler cehennemin sesini bile işitmeden bir yıldırım hızıyla cehennemin uzağından geçerler. Takvası daha az olanlar daha yavaşça, daha daha az olanlar daha daha yavaşça, ez az düzeydeki takvası olanların da cehennemden en sonlarda kurtuluşu sözkonusu. Kafirler orada ebedi olarak kalacaklardır. Böyle bir şeyi tasavvur etmek bu dünya hayatında kişinin Allah’a karşı saygısını tetikler. O yüzden takva çoğunlukla korkuyla da anlatılır. Yani takvayla korkunun neredeyse eşleştiği söylenir. Halbuki takvaya başka şeyler de yol açar. Kişinin O’na duyduğu sevgi saygıda bulunmaya yönlendirebilir. Allah’ın vadettiği ödüllere ulaşma arzusu da kişiyi motivasyona heyecana arzuya kaptırıp O’na saygıda bulunmaya sevk edebilir. Dolayıyla kişide takvayı besleyen başka unsurlar olmasına rağmen bunlardan çoğu zaman en güçlü olanı Allah’ı azabına duyulan korkudur. “Ey kullarım benden sakının. Ben azabı şiddetli olanım”
DOSTLUK-ARKADAŞLIK
-Bütün arkadaşlıklar o gün düşmanlığa dönüşür, ancak muttakiler hariç. Takva üzere Allah’tan sakınan O’nu gözeten O’na karşı saygılı bir yaşam çıkarabilmek bir araya gelmiş kimseler, yolları beraber olmuş kimselerin ahiretteki dostlukları da devam eder. Onun dışında hangi çıkar yarar insanları bir araya getirdiyse hepsi ya kaybolur gider ya düşmanlığa husumete dönüşür.
HÜMANİST HUKUK
-Bizim medenice diye deli olup bayılarak alıp getirdiğimiz, Allah’ın hükümlerini arkamıza atıp, gidip getirdiğimiz hukuk nizamı bu. Kısas hükmü gözardı edilip,idam kaldırılıp, Cenab-ı Hakk’a sen bunu bilememişsin biz daha iyisini bildik, Avrupalılardan aldık, dersek akibetimiz hayr olmaz, bir sürü felaket gelir, biz nerede yanlış yaptık diye dövünürüz. Kan davaları denen seri cinayetler çıkabiliyor. Bir cinayet fitneye dönüşüyor yüzlercesini doğuruyor. Hümanist hukukun becerebildiği (bağışlayın) pislikten bir şey bu. Adı hümanist fakat akleden insanın hayvandan daha deli olduğu bir hükümler dizisi bunlar. İnsan teknoloji üretiyor ama nizam üretemiyor. Çünkü şeytani bir bakış açısıyla Allah’a alternatif üretmeye kalktığından, Allah’a alternatif güzel bir şey bulamıyor. Çünkü en güzelini O söyledi. Ondan gayri söyleyeceğimiz her şey kötü olacaktır. Hakkı Cenab-ı Allah söyledi, bir hak daha bulup onu da ben söyleyeyim diye insanlık yırtınıyor. Maksadı O’na rekabet. Şeytan ile bir olup kendi bağımsızlığını kendi dünyasını kurmak istiyor. Ama malzeme yok ortada. Hakkı zaten Cenab-ı Allah kendi zatına almış. Gerisi batıl. Ürettiği her şey elinde kalıyor ihsan filan çıkmıyor. Onun hukuk nizamından kabarık dosyalar, tatminsiz insanlar, hiç bir tarafı memnun etmeyen saçmasapan sonuçlar ortaya çıkıyor. Çünkü Allah’ın sözü en yücedir. O’nun gölgesinde bir hukuk nizamı oluşturursan, o zaman hava su gibi insan aklına, psikolojisine, vücuduna uygun sonuçlar elde edersin. Ama yok, bundan ayrı bir yol arayayım dersen, karganın klavuzluğunda burnun pislikten çıkmaz. İnsanın aya gittiği bir zamanda kısası ıskalaması böyle bir saçmalıktır. O yüzden Allah azze ve celle bize sadece adaleti öğretmedi, estetiği de öğretti. Yanlış yapabiliriz ama bundan çıkışı bize öğretti. Cinayet bile işleyebiliriz maazallah ama bundan çıkışı öğretti. Bir cinayet işlendiyse artık herkesin kanı heder olsun, toplum fitneye girsin ister miyiz istemeyiz (kan davaları) Bunu nasıl önleriz? İşte yüce Allah bize bunu öğretti hayatın sigortasını öğretti. Ölçüsüyle estetiğini bize verdi, daha güzel sonuçlar için.
(Hoca kısastan sonra örnek olarak talak konusunda çok müthiş yorumlar yapıyor ama not alamadım)
-Allah’ın emirlerinin en rahat yaşandığı,yasaklarının dikkat edildiği, O’na karşı saygının yaşanabildiği bir ortamı sağlamak ve gelir paylaşımını adil olarak düzenlemek Allah’ın muradına uygun olandır.
ADALET
-Kul adalet ilişkisini evvelemirde Yüce Yaradan’a karşı gözetmeli. Bunun aksi korkunç sonuçlara yol açar. Allah zulme insanlardan daha çok sabırlıdır. Kendisine karşı adaletsiz kullarına tolerans eder mühlet verir. Kulun bunlardan vazgeçemesi için önce yumuşak uyaranlarla, sonra sert uyaranlarla uyarır. Bunların hepsi Yüce Yaradan’ın kulun aklını başına getirmesi için sağladığı kula dönük rahmetinin sonucu uyaranlardır. Bunlardan can yakıcı acıtıcı olanı varsa bile onlar dahi kulun dönmesi için bir çağrıdan ibarettir.
“Büyük azaptan önce biz onları küçük azaptan tattırırız. Böylelikle dönerler diye.” (Secde-21)
Yani Cenab-ı Allah’ın kulun ayağını düşürdüğü, canını yaktığı çok çeşitli musibetler hastanede de olabilir hapishanede de olabilir, ev koşullarında da olabilir. Kul farkına varmalıdır ki Cenab-ı Hak onun düşünmesi için bir parantez açmış. Yaradanla olan ilişkisinde kendisine gelmesi için. Dönmesi içindir. Cenab-ı Hak zulme karşı çok sabırlıdır. Kullar ise ivedi tepki verebilirler, onları zulüm haksızlık aşağılama çok rahatsız eder, incitir. Cenab-ı Allah’ın ise kibriyası incitmekten uzaktır. Kulların hepsi O’nu yok saysa bile O’nun hükümranlığı eksilmez ve en küçük bir rahatsızlık duymaz. Fakat kulları adına duyduğu bir rahatsızlık vardır. Kullarının böyle bir sürece girmesi O’nu memnun etmez. O ister ki kulları kendi rahmetine cennetine saadetine yönelsinler. Kulları için iyi olanı isteyen Cenab-ı Hak, kullarının kötü tercihinden bu manada rahatsızdır. Kendi için değil kulları için küfre razı değildir. Anne şekatinin ebeveyn şefkatinin de yaratıcısı olan Cenab-ı Hak bunun ötesinde bir şefkatle kulunu esirgemez mi? Kulu için hep iyilik planlar ve hep iyilik içinde manipüle eder yönlendirir. Fakat kul ısrarla inatla yüce yaradana karşı adil olmaz saygısız olursa, haksızlık ederse bir zaman sonra bu, kararlı bir tepki haline gelir. Dolayısıyla kul adalete Cenab-ı Allah’a karşı adaletle başlamalı. Ne yazıkki insanlarımızın çoğunda sosyal çevresinde iyi bilinir olmak, insanların malına mülküne ilişmeyen biri olmak iyiliğin mutlak ölçüsü gibi takdim edilir. Sosyal çevresinde iyi olmanın Allah katında da iyi olmayı gerektirdiği gibi bir zan şeytani bir zandır. Böyle tarifler kişinin ahiretini kurtarmaz. “Çok iyi bir insandı herkese iyi davranırdı” gibi söylemler ölmüş birinin ardından yeterli değildir. Bunlar insanlara karşı o kişinin adaletini tanımlasa da Cenab-ı Allah’la ilişkisi göz ardı edilemez. Çünkü kulun yeryüzündeki ilişkisi Allah ile başlar ve devam eder. Yüce Yaradanı takmayan birisinin, O’ndan beri herkesi takması hiç bir anlam ifade etmez. Hiç bir kulun kul üzerindeki hakkı, Cenab-ı Allah’ın kullar üzerindeki halkıyla kıyaslanamaz. Ve O’nu tanımadıktan sonra başkalarını iyi tanımışız anlamı yok.
-O çok iyi bir kimseydi.
-Peki namaz kılar mıydı?
-Aaa yok namaz kılmazdı.
Cenab-ı Allah’ın yap dediği hususlarda kayıtsız kalmış, O’nun periyodik günlük çağrılarına kulak asmamış birinin, toplumun çağrılarına icabet etmiş olması, kırmızıda durup yeşilde geçmiş olması, vergilerini ödemiş olması hiç bir anlam ifade etmez. Yüce yaradanı takmayan birisinin O’ndan beride kalan herkesi takması hiç bir anlam ifade etmez. Hiç bir kulun kul üzerindeki hakkı, O’nun kulları üzerindeki hakkıyla kıyaslanamaz. O’nun gibisi yoktur O’na her şeyimizle borçluyuz medyunuz. Allah O’nu tanımaya karşı
merakımızı ilgimizi araştırmamızı elbetteki hak etmektedir. O’nu tanımadıktan sonra başkalarını tanımışız pek bir anlamı yok. Barışık adil bir ilişkiyi kul Allah’la kurarsa yaşamına da renk gelir mutluluk gelir ve ahireti için de ümitvar olduğu bir süreç başlar. Gece yarısı araçla giderken karşıdan gelen kişinin uzun ışıkları yakıp bizim gözümüzü kavurması bile adaletin konusu içinde yer alır. Allah adaleti emretmektedir, karşı tarafın size gösterdiği saygı, sizin de bilmukabele onun gözlerine karşı adil davranmanız gerekir ve sizin de ışıklarınızı kısaya almanız gerekir. Biz karşıdaki kişinin gözlerine saygısızlık göstermekten ziyade Allah’ın adalet emrini ihlal etmekten dolayı rahatsızlık duyarız. İşte Mü’min vicdanıyla seküler vicdan arasındaki fark budur !!!
Seküler vicdan dediğimiz şey kendi yarar-çıkar ilişkisi açısından konuyu kıyaslayarak sonucu bağlar. “Ben doğru davranayım ki doğru davranış yaygınlaşsın. Dolayısıyla ben de birey olarak bu doğru davranıştan hisseme düşeni yaşayabileyim. Benim burada bireysel olarak doğru davranmamın yararı yine bana dönecektir.” Bu seküler bir bakış açısı. Kendi içerisinde doğru olabilir. Ama Mü’min bakış açısı daha geniş ufukludur. Mü’min, o denklemin içerisine yüce yaradanı katar. Adil davranmadığı sürece O’nu kızdıracağını, O’nu kızdırdığında da hayatındaki her şeyin bozulacağını düşünmeyi başlar. O’nu öfkelendirdikten sonra ters giden kulları da sizin önünüze çıkarır, eşyayı taşları yolları her şeyi karşınızda bulabilirsiniz. Çünkü göğün ve yerin orduları Cenab-ı Allah’ın kudreti içerisindedir. Kapının ansızın açılıp ters çarpması bile, bir şeyin masadan düşüp canınız sıkması bile ters giden ufak tefek her şey yüce yaradanın kontrolü ve bilgisi dışında asla değildir. Dolayısıyla bu korku kulun takvasını besler. Sözgelimi gecenin yarısında tenhada kimsenin olmadığı yerde de Allah’a karşı olan sorumluluğuyla adaletten ayrılmamayı seçer. Seküler insan aman kim görecek kimse yok zaten, geçeyim gitsin, derken Mü’min geçmez. Çünkü bu olay yüce yaradanın bilgisi dahilindedir ve en tenhada en gizli yerde de olsa O’na karşı sorumluluğu devam etmektedir. Dolayısıyla kurallarla, müeyyidelerle, caydırıcı faktörlerle toplumu inşa etmek her zaman sonuçsuz kalacaktır. Çünkü boşlukları bütünüyle doldurmak teorik olarak mümkün değildir. Her hileyi bir müeyyide ile önlemeye çalışmak, ömrümüz boyunca kanun yapsanız yetişemezsiniz. Dolayısıyla da buradan sonuç almak mümkün değil. Sonuç alınabilen yegane bir yol varsa o da Cenab-ı Hakk’a karşı sorumluluğun uyandırılması yani Mü’min vicdanının hakarete geçirilmesi ve ancak böyle bir ortamda barışık huzur içinde geçici de olsa bir hayat kurabiliriz.
(ÇOK GÜZEL)
TESETTÜR
Kadınlara Cenab-ı Hak ziynetlerini sakınmalarını emretti. Bu anlamda kadın bedeninin erkeğe karşı muhafaza edilmesi, kadınların başlıca sorumluluğundan biridir. “Erkekler de bakmasın canım” diyerek konuyu atlatan, emri görmezden gelen kimse Cenab-ı Allah’a karşı sorumludur. Allah suçu karşılıklı önlemek adına hem erkeğe hem kadına bakmamasını, ve ayrıca kadına da göstermemesini teşhir etmemesini emretmiştir. Teşhir etmek ne kadar suçsa bakmak da o kadar suçtur. Hatta denilebilir ki bu zincirlemenin içerisinde göstermek bakmaktan daha önce gelmektedir. Dolayısıyla suçun tetikleyici tarafı belki de
gösteren-baktıran taraf. Teşhir ilkel toplumlardan ileri toplumlara kadar her toplumda suç sayılmıştır. Erkeğe de kadına da suç sayılmıştır. İslam açısından baktığımız yer ise ölçü ve sınırıdır. Nereden nereye kadar tesettür sayılır?
ŞEYTAN
-Kuran okumaya başlarken dahi şeytandan Allah’a sığınıyoruz. Demek şeytan Kuran okurken bile bizden ümitli, Kuran’ı anlamaktan ziyade inat ve ısrarla karşı çıkmamızdan yana ümitli. Şeytan apaçık bir düşman. Ancak üzerimizde bir egemenliği yoktur, bizler izin verdikçe şeytan aleyhimizde güçlenir. Yani şeytana karşı çaresiz değilizdir. O bize sadece fikir verir, peşinden giden bizleriz. Bizler bir şeyler yapmayı temenni ettiğimizde şeytan düşünce dünyamıza bir şeyler bırakıverir. Bu alternatif gelen düşünceler o iyi-güzel yaptığımız işlerde bizi riyaya davet edebilir. Cenab-ı Allah’ın memnun olduğu biçimden memnun olmadığı bir şekle yönelik bir takım düşünceler gelebilir. Bu, şeytanın promosyonlarıyla kandırdığı ve kendi peşine düşürdüğü bir amele dönüşür. Demek ki eğer biz Allah için doğru dürüst infak etmek istiyorsak, şeytan bunu riya ile bozmaya gelecektir. “Falancalar filancalar da görsün, sen bunu şöyle yap, hem birilerine örnek olursun” şeklinde ister sağ cenahtan ister sol cenahtan girerek, ama bunu neticede Allah için olmaktan çıkarıp dünyevi karşılıklarla ilişkilendirerek kişinin niyetini bozmaya tevessül eder. Kişi bunlara prim verirse hoş görür “ne güzel” diye kabullenirse zaten şeytanın da yapmak istediği budur, Cenab-ı Allah’a karşı içtenliğinden kişi koparsa, Cenab-ı Allah da zaten böyle kolayca kopuşlar olacak mı diye sınamak istemektedir. Yani Allah kendisi adına dirençli bulunan hiç bir promosyonun kendisini çeldirmediği kandırmadığı vazgeçirmediği kimseleri ortaya çıkarmak istiyor.
Kişi içtenliğini kaybetmediği sürece ve sadece Allah için olabildiği sürece şeytan onu saptıramaz. Peki neden şeytandan Allah’a sığındığımızda bazen sonuç alamıyoruz? Çünkü sabırsız davranıyoruz. Allah’a sığınıp artık bundan sonra bu şeytansı düşünceleri bizden uzaklaştıracağına dair güvenimiz ve sabrımız eksik. Hemen o an bunu yapmasını bekliyoruz. Cenab-ı Allah Müminlerin kendisine olan güvenini sabr ile pekiştirmelerini bekliyor.
“Kuran okuyorum zaten. Şeytan basar gider” diyorsak yanılıyoruz. Şeytan Kuran okurken dahi aleyhimizde büyük bir tehlikeyken bizde korku oluşturmaması mümkün mü? İnsan düşmanını ciddiye almaz mı? Şeytan pusuda bekleyen bir varlık. Ancak bilmeliyiz ki biz istemediğimiz halde şeytan bize zoraki bir şey yaptırmaya güç yetiremez. İrademizle sınanıyoruz. Şeytandan gelen, duygularımızı harekete geçiren, bizi belli bir yöne mıknatıs gibi çeken bu etken hiç bir zaman irademizden daha baskın olmaz. Şehvetten maldan mülkten şeytanın kandıramadığı kişileri, öfkeden, insani ilişkilerden kandırıyor, şeytan en çok yer aldığı ve sonuç aldığı süreçler bunlar. Kumar, alkol, şans oyunları üzerinden olsun, daha konuşurken bile o söylediklerimiz üzerinden şeytanın amacı bizi birbirimize düşman etmektir. “Kullarıma söyle, bir cümle kurarken onu en güzeliyle kursunlar”
Niye? İşte bu şeytan yüzünden. Şeytan aramızı bozmak ister.
KENDİME NOT:
Sadece kendini değil,
evladını,aileni,arkadaşlarını, etrafındaki kişileri de şeytandan koruması için Allah’a dua et.
Bir yerde oturup kalkarken “Arkadaşlar şeytandan Allah’a sığınalım” demeyi alışkanlık haline getir. Çocuklarına Allah’a sığınmayı öğret!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder