29 Kasım 2023

Küçük Notlarım 5

-İnsan hiç bir şeye ümit bağlamayacak, ümidi sadece Cenâb-ı Hâk olacak. Böyle olursa din sadece Cenâb-ı Hâkk’a tahsis edilmiş olur. Buna erişmek kolay değil. Kul bu anlamda gayrette bulunursa Cenâb-ı Hâk onu muvaffak eder. 


Prof. Dr. Hfz. Halis AYDEMİR 

Küçük Notlarım 4

-Cenâb-ı Hâkk’a olan vefamız başkalarına olan vefamızdan önceliklidir. Başkaları babamız da olsa, valimiz idarecimiz de olsa, hocamız da olsa, her kim olsa Hakk’a vefa her şeyden önceliklidir. Bütün şartlar değişse de ben hep Hakk’ın yanında kalmalıyım, demeliyiz. 


Prof. Dr. Hfz. Halis AYDEMİR 

Küçük Notlarım 3

-Allah azze ve celle Kendisine sığınanı yarı yolda bırakmaz; kul bile kendisine sığınanı bırakmazken..


-Etrafımızdakiler değiştiğinde biz de değişiyor isek, Cenâb-ı Hâk ile ciddi bir bağlantımız yok demektir.


Prof. Dr. Hfz. Halis AYDEMİR 

Küçük Notlarım 2

-Tecahül-i arif sanatı; bir şeyi bilip de bilmiyormuş gibi davranma. (Bunu ne çok yapıyoruz.) Bilmek ile bilinç hali (şuur) aynı şey değildir.  

 

-Hayatta olumsuzluklarımız bitmiyorsa şayet, bu Cenab-ı Hakk’a olan saygısızlıklarımızın çokluğundandır!


Prof. Dr. Hfz. Halis AYDEMİR 

Küçük Notlarım 1

-Kur'an-ı Kerîm akıl etme fiilini kalbe yükler. Akletmenin öznesi kalptir. 


-AKLETMEK kişiyi Yaradan’a bağlar. 

AKLETMEK kişiyi Allah’ın (cc) ilmine saygı duymaya, O’nun kudretini tanımaya, O’nun önünde hayranlıkla tapınmaya götürür.  


Prof. Dr. Hfz. Halis AYDEMİR 

28 Kasım 2023

HafızYetiştirmeDerneği Semineri


“Hafızlara Nasihatler ve Tavsiyeler”

Konya | Gönüllü Hafız Yetiştirme Derneği | 22.6.2023


Dersten Kısa Notlar:


-Kur’an-ı Kerîm, insanlık tarihine en güçlü etkiyi yapan ve dünyanın gündeminde olan bir kitaptır.


-Kur’an-ı Kerîm 1400 yıl önce nazil olduğundan bu yana dünya değişti fakat Kur’an-ı Kerim Kıyamete kadar  hitap etmeye devam edecek.


-Hz. Muhammed (s.a.s.) batılıların da birinci sıraya koyduğu en güçlü etki yapan kişi olarak sıralanıyor.


-Kur’an-ı Kerim’in etkisi dünya çapında ve hala devam ediyor.


-Kur’an-ı Kerim, Müslümanların kendi çocuklarını eğiterek onları iyi bir mümin olmalarına yardımcı olmuştur.


-Kur’an-ı Kerim, dünya tarihindeki en değerli ve özel hediyelerden biridir. 


-İnsan zekası hayatın bütün mecralarına hitap etmek üzere çeşitlendirilmiş.


-Kur’an-ı Kerim  ahirette insanlara sonsuz bir gelecek vaat ediyor.

Allah’ın kelamı olan Kur’an-ı Kerim insanın iletişim kurduğu yegane mecradır.


-İlahiyat, Mühendislik, Tıp Fakültesi veya Fraklı bölümler okuyarak hafızlığı taçlandırabilirsiniz.


-İnsanların farklı yetenekleri, bölümleri üzere iş bölümü yapmak için verilmiştir.


Prof. Dr. Hfz. Halis AYDEMİR


https://youtu.be/ogjqJXxiYDQ?si=zytE840HNGIT1W9d

Aklı Kullanmada Sahabelerimiz

 Aklı Kullanmada Sahabe Efendilerimizin Usulü | 

Hendek Müftülüğü-Akasya Dergah | 14.06.2023

 

  Konumuz Sahabe-i Kiramın İslam'a yol alırken nasıl bir süreç yaşadıklarını, nereden nereye ve nasıl araçlarla geldiklerini, ne tür engellerle karşılaştıklarını ve bu engelleri nasıl aştıklarını kabaca görmeye çalışalım:


  Allah'ın Resulü sallallahu aleyhi ve sellemin doğduğu yer olan Mekke fazla kalabalık olmayan bir yerleşke ama yarımadanın merkezinde yer alıyor ve önemli bir merkez. Çünkü Kabe var, etrafında tavaf ederek ibadet ediyorlar ve oracıkta putlar da var bu putları da kutsal belliyorlar. Kaideler var, Allah azze ve cellenin haşa kızlarının yani meleklerin gelip bu kaidelere yerleştiklerine inanıyorlar. Yani “Biz yer açıyoruz, herhangi bir taşı oyuyoruz, bir kaide gibi koyuyoruz ve diyoruz ki Allah'ın kızları geldikleri zaman nerede buluşacağız onlarla nerede kontak kuracağız yerleri belli olsun gelsin bunun içerisine nüfuz etsinler ve onlar buna nüfuz ettikleri zaman biz de onlara bu kulluklarımızı sergileyelim. Onlar Allah'ın kızları olmaları bakımından dönüp bunu Allah'a ulaştırsınlar; desinler ki “senin kulların sana tazimde bulunuyorlar bizi kızların olarak çok yüceltiler talepleri var kimisi evlat istiyor,kimisi savaştan muzafferiyet istiyor, kimisi develerinin korunmasını istiyor” vesaire.

  Böyle bir teoloji, bir inanç sistematiği var ve bunun içerisinde doğuyor sahabiler. Cahiliye dönemindeki çocuklar böyle doğuyor. Resûlullah 

bir peygamber olarak Cenâb-ı Hâk tarafından gönderiliyor. Tabi bu bir oturmuş sistem, kuşaktan kuşağa nice devretmiş. Yani bir çocuk yukarı baktığı zaman atalarını, büyüklerini bu esas üzere görüyor. Bunun ne zararı var derseniz; bu bir bariyer teşkil ediyor. Ne kadar çok köklü bir inanışınız varsa, ne kadar soyunuzda

bu böyle devam etmişse onlara ve babanıza duyduğunuz saygı eşliğinde size intikal etmiş bir inanç var. Dolayısıyla ne kadar duygusallıkla karışık bunu ayırt edemezsiniz! Eğer burada bir aykırı düşünce geliştirecekseniz, bu inanç sistemi ile alakalı olarak “bu bana yanlış geliyor”diyecekseniz karşınızda koca bir statiko var; atalar var,paşalar cengaverler var,kahramanlar var,

aykırı olabilmenin getirdiği korkunç bir müeyyide var, tehdit var doğası gereği! Dolayısıyla Allah azze ve cellenin Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi gönderdiğinde bunca ağırlığın altından hangi güçle sıyrılıp kalkacaklar? İnsanda öyle bir güç olmalı ki önceki nesillerden birike birike üzerine binen bu batılı, bunun yanlış olduğunu söyleyecek. Akletmek böyle serinkanlı,nötr ortamda olan bir şey olmuyor çoğunlukla. Allah azze ve celle ortamda bir de karşı rüzgar oluşturuyor. Diyor ki bu karşı rüzgara rağmen doğru gördüğünü, doğru kavradığını sahiplenebilmelisin ve onu sahiplenip, kalkıp batıla batıl diyebilmelisin. Uğruna gerekirse canını vermelisin,malını vermelisin,yerinden yurdundan olmayı göze almalısın. 

 

  Sahabe Hz Cafer Necaşi’ye sesleniyor: “Ey Kral! Biz cahiliye kavmiydik. Biz putlara, taşlara tapardık şekillere suretlere resimlere tapardık. Böyle bir kimse idik. Allah bize bir peygamber gönderdi, kendisini tanıyoruz,mezhebini biliyoruz karakterini biliyoruz.”

 

  Sahabe-i Kiram Allah azze ve celleyi biliyorlar; göklerin ve yerin yaratıcısının yüce arşın sahibinin Allah azze ve celle olduğunu biliyorlar. Biliyorlar ama Cenâb-ı Hâkk’a şirk koşuyorlar. Şeytan kişiye iki türlü yanaşır ya yok saydırmaya, Allah yoktur demeye çalıştırır ya da bakar ki kişi Cenâb-ı Hâkk’ı inkar etmeye yanaşmıyor o zaman ona Allah çoktur demeye çalıştırır.  

  Allah'ın Resulü onlara gelip Allah'tan gayrı bir ilah olmadığı gerçeğini hatırlattı,akletmelerini istedi. Peki nasıl akdedecekler? İnsan nasıl akledip; Var Eden İlahın tek bir ilah olması gerektiği sonucuna ulaşır? Ekstra ilave ilahların batıl olduklarını nasıl deşifre eder? Üstelik ortamda bu inanış yerleşik olduğu halde kabul görmüş olduğu halde.. Çünkü karşı bir direnç var;üstelik duygusal bir direnç.. Atalar dedeler var, tam içinde doğmuşsun.

 

 Sahabe-i Kiram dediğimizde ağırlıklı olarak gençleri tasavvur etmeliyiz. O gözü kara gençler Mekke ortamındaki statükoya baş kaldırdılar “hayır”dediler. 

  İlk başlarda karşı cephe nasıl yaklaştı; “Biz babalarımızı nasıl bulduksa onların peşine gideriz.Bizim için önemli olan odur. Yani biz onların zürriyetinden geliyoruz, babalarımıza güvenmeyeceğiz de kime güveneceğiz? Onlar bize kötüsünü bırakır mı, bırakmaz.” İşte bu güven duygusu temeliyle yaklaştılar. Bu bir model. Cenâb-ı Hâk bunu reddetti. Bu yanlış modelle yol alamazsınız.

 

  “Kesinlikle doğru olan atalarımın yoludur. Ben başka bir doğru aramam, onların dediğiyle karşı karşıya gelmem.” Buna “kişiye dayalı bir yaklaşım” diyoruz yani doğrularınızı yanlışlarınızı kişiye dayalı seçiyorsunuz. Bazı kimseleri beğenmişsiniz ya atanız,babanız olduğu için ya hocanız olduğu için ama onlar bir “kişi” sonuçta ve o ne derse ben onun dediğini doğruluyorum diyorsunuz. Denileni kritik etmeyi, ele almayı, belki yanlıştır demeyi, asla bunu aklınızdan geçirmiyorsunuz.

 

  “O ne derse doğrudur, kabulümdür” diyorsan bunun adı sınırsız, kayıtsız, mutlak teslimiyet olur.

  Peki bu yanlış modelin yerine neyi öğretti Allah'ın Resulü onlara? Hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan ayırıp, doğru düşünceyi nasıl sahiplenebilir, ona taraf olabilir ve ona artık varlığımızı adayabiliriz? Cenâb-ı Hâk dedi ki “De ki onlara kanıtınızı getirin” Bu yaklaşımın adı da “kanıta dayalılık” Cenâb-ı Hâk buna davet etti. Tüm Nebevi süreçlerde, hatta önceki peygamberler de dahil, insanlarda açmak istedikleri fırsat aralığı; kendi değerlendirmelerine, kendi akletmelerine, dolayısıyla bireysel sorumluluklarına onları yaklaştırabilmek, tabiri caizse kendileriyle yüzleştirebilmek.

Bunun en çarpıcı örneği Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin Medine'ye muallim olarak gönderdiği Musab bin Ümeyr (ra) Hz Musab Medine'ye gitmiş, tabi çoğu kişi kendisinden haz etmiyor. Düşünsenize Irak'tan birisi gelmiş bir şeyler anlatıyor, milletin aklını çeliyor karıştırıyor. Memleketi birbirine katacak karıştıracak diye tehlike algılıyorlar. Sa’d b.Muaz da orada, Medine’nin tanınmış, ağırlığı olan şahsiyetlerinden. Hz Musab’a tabi kötü kötü bakıyor. Hz Musab Sa’d’ın yanına gitti “Hele bir otursan, beni bir dinlesen, söylediklerim hoşuna giderse kabul edersin, beğenmezsen ben zaten senden uzaklaşırım, hiç rahatsız etmem, ikna etme gibi bir derdim yok.” dedi. Bunun üzerine Sa’d dedi ki; “Sen insaflı bir şey söyledin. Madem ki benim değerlendirmeme bırakıyorsun, sadece paylaşmak istiyorsun, buyur paylaş.” İşte bu yöntem, kişinin kendine olan güveni kadar, iradesinin saygınlığı ve onun bunu değerlendirmesine açtığınız fırsat alanı. Ama çaktırmadan da onu önyargılarından sıyırıyorsunuz, kendisine duyduğu güven üzerinden sıyırıyorsunuz.

  

  Batı’da yaşayanlar bilirler, Hristiyanlarla biraz yakınlaşıp Teslis inançlarını sorduğunuzda, çok masumca yaklaşsanız bile “orada dur” derler, “o işe biz girmeyiz.” Çünkü öğüdü Yuhanna’dan almışlardır. Çünkü kilisede Yuhanna der ki “Teslis çok gizemli bir şeydir, çok sırlıdır. Tanrı’nın insanlığa öğrettiği en büyük sır! Kurtuluşun anahtarı. Bu kadar gizemli olduğu için öyle herkesin aklı ermez, öyle üstün bir sır ki; akıl sır ermez!” Yani demek istiyor ki bu inancı kapsülünü bile açmadan löp diye yutuyorsun, o sana iyi geliyor. Bir dünya başka kapsüller de var, onları değil de niye bunu alıyorum, bana yararı mı zarar mı verir içine bir bakayım, demek yok, hayır!

O yüzden kiliseden çıktığınızda biri sizinle Teslis’i konuşalım derse konuşmayın. Çok zorda kalırsanız onu alın buraya getirin, diye öğütlüyor papaz. Böyle bir bariyer oluşturarak kendilerini korumaya alıyorlar. Paylaşıma kapalılar.

 

  Usül şu, paylaşıma açık olup karşı taraf ile nötr duruma ineceksin; yukarıda oturarak olmaz. Yani diyeceksin ki “Belki ben yanlışım, belki sen doğrusun. Sen seninkileri bana anlat, ben de benimkileri sana anlatayım. Ben hazırım yani doğruyu görürsem ben öyle babamı atamı vs dikkate almam!

  Yeter ki kişi doğruyu öğrenmenin önündeki bariyerleri kaldırsın, gerçeği öğrenmeye adım atsın. Akletmedeki en önemli engelimiz bu çünkü. Düşman akletmenin önünü tıkayarak ancak sonuç alabiliyor.

 

  Çocuklarının gün be gün Müslüman olduğunu gören Mekke uluları “Bu Kur’an’ı dinlemeyin, yanlış!” dedi. Cenâb-ı Hâk ise onların iman esaslarını bize anlatmaktan hiçbir imtina etmiyor. Çünkü batılın hak üzerinde hiçbir olumsuz etkisi yoktur. Hak nur; batıllar ise çoktur, karanlıktır, zulümat gibidir. Karanlıklar çok gelse bile aydınlığı hiç bastırabilir mi? Zifirikaranlık bir odada bile olsan ufacık bir mum yaktığınızda karanlık sağa sola kaçışır. Aydınlığa karşı mukavemeti yoktur. İlke bu; HAK GELİNCE BATIL KAYBOLUR.

  Kafirler, müşrikler anladılar ki bütün geçiş noktası bilginin akışından kaynaklanıyor, bilgi akarsa önünü alamıyoruz, hemen Müslüman oluyorlar. Dolayısıyla “dinlemeyin, dinlerseniz kendinizden geçiyorsunuz ve atalarınızı inkar ediyorsunuz, başkalaşıyorsunuz. Tedbir alın, Mekke’ye gelmeyin, gelirseniz de kulaklarınızı tıkayın.” Bu kişilerden bazılarının kulaklarındaki tıkacı çıkarıp akletmeye fırsat açmaları Cenâb-ı Hâkk’ın hidayet etmesine yetiyor. “Gerçek ise eğer; elbette ki kabul ederim!” diyebilmek. Bunu kendinizde deneyin, kolay bir şey değil bu. İman eden sahabilerin attığı önemli adım bu; batıl tarafta sırf ailem,atam var diye kalamam! 

  Hz Mus’ab ı dinleyince Hz Sa’d dedi ki “Vallahi hakkı söylüyorsun, ben buna daha ne diyeyim ki, doğru söyledin” İşte bu imanın parıltısının yüreğe düşmesi!


  “Ya biz, ya siz dalalet üzereyiz. İki zıt şeyin ikisinin de doğru olması mümkün mü? Eğer hakkın arayışı içerisindeysek konuşalım, paylaşalım, atalarımızdan kalan yanlışa esir olmayalım.” Bu akletmenin önünü açmak demek.

Kişi “Hakkı bilmek istiyorum yeter ki. Bilir, öğrenirsem sahiplenirim, karşı rüzgarların hepsini göze alırım.” derse Allah o kişideki hayrı görür ve ona hidayet eder. Bir kimsede bu hayır var ise, Allah ona hakkı ulaştırır,duyurur.


  Hollanda’da bir partinin başkan yardımcısı, İslam’a karşı çok şedit. “Bu yabancıları sürgün edip gönderelim, bu Müslümanlardan kurtulalım” diye o günkü Mekke’nin bugünkü halini yaşıyorlar. Gün be gün çocukların Müslüman olması onları çıldırtıyor. Başkan yardımcısı olan bu şahsiyet, bu iş böyle olmayacak diyerek kolları sıvıyor ve Kur’an’ı okuyup incelemeye kalkışıyor. Amacı “Bir kitap yazalım, gençliğin eline verelim, gençlerimiz bu kitabı okusun, İslam’ın nasıl yanlış olduğunu görsün de bu dertten kurtulalım.” Bunun üzerine kendisi yaz mevsiminde bir yere kapanıyor ve İslam aleyhinde kitap yazacak., böylece Hollanda gençliğini böylesi bir karanlıktan kurtaracak, bu tehlikeyi izale edecek. Kapandığı yerden –kaç ay durduysa- tekrar kapılarını açıp dış dünyadaki kameralara merhaba dediğinde bu zatı muhterem eşhedü enla ilahe illallah diyerek Müslüman oluşunu ilan etti. Henüz genç yaşında ve şuan İslam tarihçesi olarak devam ediyor.

 

  Kişi temelli yaklaşımdaysanız kişileri esas alırsınız, böylelerinin hep bir kişileri vardır.“Benim hocam falanca, doğrusuyla yanlışıyla benim kişim filanca” derler. Kişi temelli yaklaşımlar yanlış ihtiva etmeye müsaittir. Çünkü hiçbir kimse hatadan masum değildir.


“De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben, ne yaptığımı bilerek Allah’a çağırıyorum; ben ve bana uyanlar (bunu yapıyoruz). Allah’ı ortaklardan tenzih ederim! Ve ben ortak koşanlardan değilim.” (Yusuf-108)


  Yaratan ve yaşatan O. Her şeye gücü yeten, yüce arşın sahibi O. Hiçbir şey O’nun bilgisi dışında olmuyor. Bu yüzden O ancak BİR olabilir. Çünkü her şeye egemen. Hep yedirip, hiç yedirilmeyen. Her şeye tanık olan O.  

Hz Sümeyye bunu anladığında gözünde Ebu Cehilleri küçülttü, Mahzumileri, Haşimoğullarını, Mekke ulularını, atalarının gücünü küçülttü, Mekke oligarşisini, statikosunu gözünde miniminnacık kıldı. Hepimiz Allah’ın kullarıymışız diye, Allah azze ve celleyi tanımanın getirdiği kudret ile İslam’da bu uğurda ilk kanını veren insan oldu, bir kadın olarak hem de! Demek ki akledince bir insan köle de olsa fark etmiyor aynı güce geliyor, erkek olsa da kadın olsa da fark etmiyor aynı güce kavuşuyor.


  “Sen ancak zikrin ardına düşen kimseyi uyarabilirsin.” (Yâ’sin-11)


  Akletmedeki en temel prensip; sorumluluk sahibi bireyin kendisinde! “Benim yerime başkaları mı akledecek, ben onlara mı uyacağım? Niye? Benim fıtratımda akletmek yok mu, benim iradem yok mu?” diyebilmek.. 

  Her birey gelirken nasıl tek başına emaneti yüklenip geldiyse; Allah’ın huzuruna da yine tek başına hesabını vermek üzere dönecek.

  Allah beni yaratırken anneme babama sormadı ki; ben Rabbime şehadet ederken gidip anama babama danışayım! Sorumluluk kişinin kendisindedir; ben öğreneceğim, ben içselleştireceğim, Hakk’ı ben sahipleneceğim. Annem babam dediği için değil, burada doğduğum için değil..

  Eğer sahabedeki akletmenin bir benzerini biz de yaşamak istiyorsak, gözümüzü yumduğumuzda şu soruya nasıl cevap verebildiğimizi düşünmeliyiz: 

—Ben şu tarihte, Türkiye’de şu anneden Müslüman bir çocuk olarak doğmasaydım aynı tarihte Avrupa'da şu Hristiyan ortamda Hristiyan bir anne babadan da olsaydım, gelmişim 30 yaşıma veya gelmişim 25-40 yaşıma.. Ne durumda olurdum? Şu mühtediler gibi Hakkı aramış bulmuş, kendi dinini araştırıp batıl olduğunu görmüş, sonra öteye uzanmış İslam'ı araştırıp hidayete yol almış olur muydun yoksa ben şimdi orada teslis yapıyor, bir papaz efendimiz var böyle güzel kıyafetleri var cübbesi var, giyimi kuşamı güzel çok hümanist tavır içerisinde gülücükler dağıtıyor etrafa, zaten çocukken de o beni vaftiz yapmış kilisede büyümüşüm.. Bütün duygusal bağlantılar tamam. Onun haftalık sohbetine gidiyor, O ne derse onu dinliyor, iyi ki varsın, sen olmasan ben hidayeti bulamazdım, başkalarına kanardım.. Bu mu olurdu? Bu sorunun cevabını bugüne kadar yaşadıklarımız üzerinden verebiliriz ezbere değil..

“Ben oralarda 3 güne kalmaz o dinden çıkardım” diyorsanız bu güzel bir durum. Ama kendisi hiç araştırmamış, daha ben benimkini araştırmadım ki muhtemelen orayı da araştırmazdım öylece kalakalırdım çok talihsiz bir durum olurdu diyorsak eğer, o zaman biz Sahabe-i Kiramın içinde doğdukları topluma karşı Hakkı tanıma sürecinde Resûlullah’a (sav) 

kulak verirken yaptıkları şeyi henüz yapmaya başlamamış gibi oluruz. Körü körüne bir mukallid gibi kalırız.  Eğer kişi dininin hak olduğuna dair, onun batıldan ayrımlarına dair hiçbir şey bilmiyorsa durumu son derece tehlikeli demektir. Akledilmemiş bir iman henüz kalbe inmemişse çok büyük bir tehlike.

 

Prof. Dr. Hfz. Halis AYDEMİR

 https://youtu.be/40v9iqZ5-Z4?si=mTJiTNZr1iA9fe89

 

İman ve İstikamet

Peygamberimiz (sav), İman ve İstikamet” 

Diyanet Tv | 4.10.2023


Resûlullah (sav) peygamberlerin sonuncusu.. O’nun geldiği bu son noktada dünyanın da yepyeni bir dönemi başlıyor. O’ndan önceki son gelen Hz. İsa peygamberin oluşturduğu bir etki var özellikle Avrupa kıtasında.. Milattan sonra 4. Yüzyıldan sonra artık Hristiyanlık da kendi öz mesajından uzaklaşmaya başlıyor. Batı’nın o Helenistik ve bir miktar Paganist düşüncesine karşı ilk 3 asırda belli bir direniş var ama sonra 

Cenâb-ı Hakk’ın bütün peygamberlere gönderdiği o ana,pâk mesajdan (Allah’tan başka ilah yok) Hristiyanlık artık fersah fersah uzaklaşmış. Allah azze ve cellenin gönderdiği peygamberini bile ilahlaştırmış; O’nu Roma’dan aldığı algıya uygun olarak Allah’ın oğlu diye modellemiş. Dolayıyla artık son peygamberin mesajı da artık sahada izi sürülemez bir halde kaybolmuşken Cenâb-ı Hak son kez, yeniden ve kalıcı olarak Hz. Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. 


-Hz Muhammed aleyhisselâm gelişi ile  neyi değiştirdi? Beşer hangi konumdaydı, onları alıp nereye getirdi? 

  Mekke o dönem karanlık, daha bir zifiri hal almış. Yahudiler var; dinlerini artık bir milliyet ekseninde kendilerince yaşıyorlar. Ve son gelecek peygamberin de önbilgisine sahipler ama kendilerinden bekliyorlar. Çünkü onlara göre Allah insanlar arasında bir tek onları muhatap aldı,onlarla ahitleşti. Din Allah’ın dini olmaktan çıkmış, kendi milliyetlerinin bir dini haline gelmiş. 

  Hristiyanlar da Teslis’e girmişler. 

  Araplar ise şirkin dibine vurmuşlar. 


  “Kuluna apaçık ayetlerini indiren O’dur.” (Hadid-9)


-Allah azze ve celle bütün peygamberlerini gönderirken insanları İslam’a davet etti. İslam’ı son kez evrensel bir şekilde gönderdiğinde Cenâb-ı Hak bu dini diğer tüm batıl dinlere baskın kıldı; hakkı batılın üzerine çıkardı. Bu süreç hala yaşanmaya devam ediyor ve kıyamete kadar devam edecek. 


-Cenâb-ı Hak, beşer her yoldan çıktığında peygamber göndermiş; peki Resûlullah (sav) ile diğer peygambelerin gönderilişi arasında bir fark var mı?

  İşlevsel olarak bir fark yok. Hepsi birer beşer olarak ve aynı mesajı vermek üzere gönderildi. Yani çok sayıda peygamber ama tek mesaj! 


  “Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). O dedi ki: ‘Ey kavmim! O yegane Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka ilahınız yoktur.’” (Araf-65)

  Resûlullah da (sav) diğer peygamberler gibi 13 yıl Mekke döneminde hep aynı şeyi tekrar etti. Resûlullah’ın (sav) tek bir farkı var; bütün insanlara gönderilmiş bir peygamber; uyarıcı ve müjdeleyici olarak. 


-Kur’an-ı Kerîm’de nasıl bir peygamber tasavvuru var? Resûlullah (sav) kendini bizlere nasıl tanıtıyor? O’nu tanımak neden önemlidir? 

  Resûlullah (sav) da diğer peygamberler gibi insanların içinden gönderilmiş. Tabiatı farklı değil. Bizim gibi bir beşer. Cenâb-ı Hak bunu bize bir lütuf olarak bahsediyor. 

 “Allah, içlerinden bir Peygamber seçip kendilerine göndermekle mü'minlere büyük bir lutufta bulunmuştur.” (Âli İmran-164)

  O dönemde insanlar “Allah neden melek göndermiyor?” Diyorlardı. Onlar farklı ve melek gibi bir varlık isteyedururken Cenâb-ı Hak dedi ki: “Şayet peygamberi bir melek kılsaydık muhakkak ki onu (yine) bir adam suretine sokar, onları yine halen içinde bulundukları kuşkuya düşürürdük.” (Enam-9)

 Allah azze ve celle bizi gayb ortamında yarattı. Melekleri ve Cenâb-ı Hakk’ın diğer ordularını,askerlerini de görmüyoruz. Neden? Çünkü biz burada kendisine irade verilen serbest bir alana alınmış varlıklarız. Bunun delinmemesi lazım. Allah azze ve celle yani meleği gönderse yahut azabı indirse zaten o zaman yakîn perdesi kalkıyor ve imtihanın bir anlamı kalmıyor. Bizim irademizin üzerine bir baskının olmaması gereken bir ortamda gönderilecek peygamberin de bunu delmeyecek bir biçimde mesajı getirmesi lazım. 

  Peygamber aleyhisselâm vahiy alıp, sonrasında bizim gibi hayatın içerisinde kalakalıyor; hayatın bütün zorlukları onu da baskılıyor, kötü sözden etkileniyor. Duyguları çalışıyor; üzüldüğü, bunaldığı oluyor. Demek ki peygamber açısından bile yakîn delinmiyor. Vahiyi alıyor ama vahyi aldıktan sonraki hayatın içerisindeki mecrada bütün imtihanını o da bizim gibi yaşıyor. Hatta kendisine böyle büyük lütuf geldiği için imtihanları da daha ağır yaşatılıyor. Ne kadar ilmin varsa imtihanın da o kadar ağır olur. 


-“Dediler ki: “Sen bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız.”

  “Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; içlerinden de çağıl çağıl nehirler akıtmalısın.”

  “Yahut -iddia ettiğin gibi- göğü üzerimize parça parça düşürmelisin veya Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin.”

  “Veya altından bir evin olmalı; ya da göğe çıkmalısın. Bize okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece oraya çıktığına da asla inanmayacağız.” De ki: “Rabbimi tenzih ederim! Ben sadece bir beşer-peygamberim.” (İsra,90-93)


  Onların yüz çevirmeleri sana ağır geldi ise, yapabilirsen, yeri yarıp inebileceğin bir tünel ya da göğe çıkabileceğin bir merdiven ara ki, onlara bir mûcize getiresin!”(Enam-35)

 

-Apaçık gerçek olduğunu,hak olduğunu gördüğümüz, yanlışlayamadığımız bir davet ile karşı karşıyayız. Allah azze ve cellenin Kur’an-ı Kerîm’de dediğine göre bu bizim fıtratımızda karşılığını bulan yalın bir gerçeklik. Bunu ya kalbimizle dilimizi bir tutup ikrar edeceğiz yahut kalbimiz buna tanıkken eğip bükeceğiz. 


-Resûlullah (sav) yalın beşer hayatını seviyor. Kendisini yeryüzüne meftun olarak yansıtmıyor. Herkes gibi kıyafet giyiyor, oturduğu yer itibari ile bile farklı görünmüyor. Yemesinde içmesinde herkes gibiydi; gerçekten Medine döneminde de dünyaya meyletmemiş. İmkanları varken hatta hanımları istiyorken bile gönüllü bir fakirliği tercih ediyor. Ayete konu olmuş:“Eğer dünya hayatını ve onun zînetini istiyorsanız, gelin boşanma bedellerinizi verip sizi güzellikle salıvereyim.” (Ahzab-28)


-Resûlullah (sav) olağanüstü güçleri olmayan sade bir beşer. 

  “Hristiyanların Meryem oğlu İsa’ya yaptıkları gibi beni batıl ve aşırı surette methettikleri şekilde övmeyin! Ben ancak Allah’ın kuluyum. Bana ‘Allah’ın kulu ve Rasûlü.’ deyin!” (Buhari, Enbiya, 48; Müsned, 1/23; 4/25)


-Verilenleri kutsadığımız gözümüzde yükselttiğimiz bir yaşam biçimi önermemiş bize Resûlullah (sav). Nedir bu verilenler; mal, kariyer, eş,dost,evlat… Kimi o malı yığmak için ömrünü feda ediyor, kimi o çevreyi kurmak için ömrünü feda ediyor, kimi o eşi,sevgiliyi,dostu elinde tutabilmek için kendini harcıyor. Cenâb-ı Hak önümüze çıkardığı her düğümde dünya ile ahiretimiz arasında bizi tercihte bırakıyor. Hepimizin hayatında bocalama olabilir. Ama sona doğru resim netleşmeli. Resûlullah’ın (sav) hayatında o istikameti gördük. Dünyayı beğenip de ahiretten vazgeçen bir yöne doğru girmiyor. 

  Eğer biz dünyayı murad ederek, Resûlullah’ı (sav) ne kadar mevlitlerle ansak bile O’nun saçtığı yeterince istifade edemiyoruz, sadece konuşuyor oluruz. 


Prof. Dr. Hfz. Halis AYDEMİR 

https://youtu.be/XS9q8HuO6Ng?si=1JshOaVtvvRAwVyU