31 Ekim 2023

Gençlerle Söyleşi-93

KONU: TEKFİR


(Bursa/Görükle Gençlik Merkezi 

10.Haziran.2022 tarihli söyleşiden kesitler)


-Tekfir; bir kimsenin başka herhangi bir kimseyi imansızlık ile itham etmesi, küfürle itham etmesi, onu kafir sayması kafir diye onu lanse etmesi, onun hakkında böyle bir iddiada bulunması yahut hükümde bulunması.

İlk defa ümmetimiz içerisinde Hazreti Ali Radıyallahu Anh’ın, Sıffin’de Muaviye taraftarlarıyla girdiği savaşın neticesinde onlarla belli bir anlaşmaya gitmesi, tahkim dediğimiz belli bir karşılıklı durumun müzakere edilip belli bir sonuca gidilmesi ve dolayısıyla savaşın durdurulması neticesinde Hazreti Ali Radıyallahu Anh'ın ordusunda bulunan kimilerinin bundan hoşnut olmayıp Hazreti Ali'yi ve Hazreti Muaviye’yi ve hatta bu duruma rıza gösterenleri “artık hükmü Allah Azze ve Celle’den aldınız, başkalarına devrettiniz” kabilinden yaklaşımlar ile küfürle itham etmeleri sonra daha sistematik bir hal alıyor bu iş. Dolayısıyla ilk defa orada gördüğümüz bir hadise. Bir kimsenin birilerini kafir diye itham etmesi yani onu ‘’dinin dışına itmesi’’ adeta.

İşin esası aslında iman bile başkalarının akredite ettiği bir şey değil, değil ki başkaları onu o kişi açısından nefy etsin. Çünkü iman dediğimiz bir olay, kişinin dışa bakan yüzü ile ikrar olsa da -yani diliyle- içe bakan yüzüyle kalbiyle tasdik etmesi gereken bir şey. O bakımdan bu hem kalbinin hem kendi dilinin ve lisanının dışa vurduğu bir eşgüdümden ortaya çıkıyor, bu ikisinin de birlikteliğine ihtiyaç var. O yüzden imanı tarif ederken kalbin bunu tasdik etmesi yanı sıra dilin bunu dile getirmesi, ikrar etmesi. Allah Azze ve Celle’nin gücüne, kudretine, azametine, büyüklüğüne dair kişinin tanıklığı ama kalp buna tanık olsa bile kişi bunu diliyle ikrar etmese yani deklare etmese, sahiplenmese, kabul etmese buna iman demiyoruz. Çünkü kalbin bilebilirliği, kalbin farkındalığı zaten onun doğası gereği yapabildiği bir şey ama kalbin buna yanaşması, kişinin iradesiyle de buna eşlik etmesi ve bunu ta diline kadar getirip diliyle de bunu dışarı vurması… Baktığınız zaman bu dışarıdan bir kimsenin kestirebileceği, dışarıdan bir kimsenin görebileceği ve dolayısıyla hükme bağlayabileceği bir şey değil. O bakımdan Hz. Peygamber’in (sas) toplumunda nice imanlı gözüken kimseler vardı ama esasında içten içe imanlı değillerdi. Dolayısıyla biz haricen imana görünür şekliyle tanık olabiliyoruz ve dıştan baktığımız zaman gerek koşullar sağlandığında o zaman yani kişi şehadet edip Allah’a (cc) Elçisine iman getirdiğinde biz artık onu Müslüman sayıyoruz. Çünkü içe bakan yüzü ile onun gerçekten bunu içselleştirdiğini, sahiplendiğini, benimsediğini biz bilemeyiz; bilemediğimiz için zahiren hükmediyoruz. Çünkü tekfir de bunun tam tersi yani iman veya küfür, biri gelince diğeri gidiyor, diğeri gelince öteki gidiyor. O bakımdan imanlı saymamız için gerek koşullar ve ortam ne? Önce oraya baktığımız zaman bazen ortam ürünü bir iman olabiliyor ama biz hangi şahısta bunun öyle olduğunu bilemeyiz böyle bir şeyin olabildiğini biliyoruz. Tabii en kötüsü bizdeki öyle mi? Dolayısıyla kişi en iyi denek olarak tekfir konusunda yani kendisini yoklamalı. Tıpkı nifak konusunda kendisini yokladığı gibi ‘‘içten içe küfür mü taşıyorum, dıştan dışa iman yansıtıyorum’’ dolayısıyla işin aslında ‘’kafir miyim?’’ korkusuyla kendisine yanaşmalı, orada işe yarar. Ama bu şüphe ile başkalarını yargılamaya kalktığımız zaman yani adıyla sanıyla herhangi bir kişi konu ise biz onun gerçekten imanlı olup olmadığını bilemeyiz. Dıştan dışa imanlı gözükebilip içten içe küfür taşıyor olabiliyor çünkü insanlar. İnsan dediğimiz sistem, içinde kapalı saklı bir taraf barındırıyor sizin erişimize kapalı. Tabi bizlerin erişimine kapalı

ancak kimin erişimine açık, Allah Azze ve Celle’nin erişimine açık. 


-“Kuşkusuz Allah göklerin ve yerin sırlarını bilmektedir ve O, kalplerin gizlediklerini de çok iyi bilir.” (Fâtır-38)

 O göğüslerde olup biteni bilendir. Cenâb-ı Hak zâtını böyle övdü. Bu Allah’a (cc) mahsus olan bir şey, biz bilmeyiz ki kalkıp adamın kalbinin içe bakan yüzü ile imansız olduğuna dair onun için bir iddia öne sürelim. Dolayısıyla biz, haricilere gelinceye kadar böyle bir şey bilmedik yani Medine döneminde, Mekke döneminde ‘’falanca kâfirdir’’ diye sahabilerin birbirlerini küfürle itham ettikleri, tekfir ettikleri... Zaten böyle bir sorumluluğumuz da yok yani Allah’ın Elçisi (sas) dikkat edin, aranızda birileri varsa öyle deşifre edin, ortaya çıkarın demiyor, üzerimizde böyle bir yükümlülük de yok yani bu ne farz ne vacip ve sünnet... Böyle bir sorumluluğumuz yok kaldı ki bunu başarabilmek için araçlarımız da yok. İnsanların içe bakan yüzünü görmüyoruz. Dışa bakan yüzü ile tam tekmil olsa bile içe bakan yüzü ile bir kimse pekâlâ öyle olabilir. Kalbi marazlı, hastalıklı, küfürle dolu olabilir ama dıştan dışa bize bunu belli etmeyebilir. Aramızda bunu bizden çok daha iyi teşhis edebilecek Allah’ın Rasûlü (sas) vardı, o da buna yanaşmadı. Cenâb-ı Hak bunların içten içe küfürlerini bildiği kimseleri; “Yoksa kalplerinde çürüklük bulunanlar, içlerindeki kini Allah’ın asla açığa çıkarmayacağını mı hesapladılar? İstersek şüphesiz onları sana gösteririz de yüzlerindeki işaretlerden kendilerini tanırsın. Kuşkusuz konuşma tarzlarından sen onları bileceksin.” (Muhammed-29,30)

  Onların konuşma biçimlerinden bu tanıyı koyarsın. Dolayısıyla Allah azze ve celle, onların konuşmalarından Resûlullah’ın (sav) onları teşhis edebildiğini söyledi. Ama Allah’ın Resul’ü (sas) kimse için “içi küfür, dışı imanlı gösteriyor” yani münafık demedi, dedirtmedi, buna dahil bir süreç de geliştirmedi, etrafında bunlardan çokları olmasına rağmen. Bu demek ki böyle bir sorumluluk toplumun üzerinde yok, böyle bir işimiz gücümüz,vazifemiz de yok. Tam tersi bundan uzak duruldu yani onlar dışa bakan yüzü ile imanlıymış gibi yapınca öyle kabul edildiler. İçe bakan yüzüyle ta Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna varıncaya kadar böyle kalakaldılar. Dolayısıyla zahire hükmetmek esas oldu. Kişi kendisini nasıl tarif ediyor, oraya bakıp onu öylece kabul ederiz içe bakan yüzüyle onu bilmediğimizden.

  Niyet okumak.. Yani siz emarelerden yola çıkarak kişinin gerçek durumuna dair hükme gidiyorsunuz ama bunda kat’i değilsiniz, sadece belirtiler ve size göre bu belirtiler çok baskın. Belki de gerçeği de öyledir yani adam ölmüş gitmiş bilmiyoruz ama fakat halâ bir ihtimal var, kesin değilsiniz. Dolayısıyla ihtimali neye kuruyoruz? Pozitif tarafa kuruyoruz. Asla negatif tarafa kurmuyoruz çünkü bu anlamda iyimseriz. İman ihtimaline dair iyimserliğimiz olağanüstü. O yüzden Aliyyül Kâri Rahmetullahi Aleyh demiş ki: ‘’Yani bir kimse de sözgelimi yüz ihtimal olsa bunlardan bir tanesi ile imanına dair diğer kalanı doksan dokuzu küfre dair olsa biz imana dair ihtimal üzere olaya bakmalıyız.’’ Bu kadar iyimseriz iman ihtimaline karşı. 


- Allah’ın Rasûlü (sas) Hz. Üsame’yi susturmak ve o günden bugüne, bugünden kıyamete kadar gelecek herkesi susturmak üzere ona şöyle sordu: Ey Üsâme! Lâ ilâhe illallah dedikten sonra adamı öldürdün mü? Sen onun kalbini mi yardın ki?” 

(Buhari,Müslim,Tirmizi)

  Onun kalbini yardın mı ki gerçekten söyleyip söylemediğini yani kalben söyleyip söylemediğini göresin, bilesin? Kalbini yaramadığın, oraya erişemediğin sürece kişi kendisini sana dıştan dışa nasıl tanımlıyorsa öyle kabul etmek zorundasın. “Ya Rasûlüllah (sas) daha bunun namazı var, orucu var, abdesti var, niyazı var” diyebilirdi, demedi, diyemez çünkü iman dediğimiz hadise kişinin daireye girmesi ile günahkâr olması ayrı şeyler. Eğer günahkâr olmayı küfür sayacak olursak Cenâb-ı Hakk’ın emrine karşı asi olmayı yahut nehyine karşı irtikâb ederek günaha bulaşmayı; o zaman günahsız kimse olmadığına göre -o da bir ilkesel durum- o zaman herkes kafir olur. Dolayısıyla biz kişinin inanç boyutuyla onu ele alıyoruz. O da kendi tarifine bakıyor, içeri uzanamıyoruz.


-Çevremizde bazı insanlar yalan konuşurlar,kendi aralarında kaldıkları zaman istihza ederler. bunlara dair bazı şeylere rastlamış olabiliriz ama bir dedektif gibi bunun peşine düşüp sonra bunları toplayıp sonra bunu bir sonuca bağlayıp o kimseyi deşifre etmek gibi bir sorumluluğumuz yok ve bundan elimize geçecek bir şey de yok. Tam tersi bu toplumun aleyhine dönebileceğinden Rasûlüllah (sas) kendi toplumunda da aslında kâfir olan ama dışa bakan yüzü ile iman iddiasındaki kimseleri deşifre etmedi.

Buradan baktığımızda bugün böyle bir alışkanlığın aslında şeytani bir haz ile yaşandığına dair bir süreç içerisindeyiz. Çünkü bir kimse kendisini iyileştirdiği zaman şeytan bakar ki ‘’bu artık kendisini zapt etmeye başladı yani yolda artık arabayı tutturabilmeye başladı’’ bu kez ona güven hissi yüklemeye çalışır. Bu güven hissi ile bu kez başkalarını eleştirmeye, başkalarını yermeye yönelmesini arzu eder ki buradan bu kez onu batırsın. Bu da ‘’şeytanın sağdan yaklaşması’’ dediğimiz bir boyut.


-Resûlullah (sav) buyurdular ki: 

Beni İsrail'de birbirine zıd maksad güden iki kişi vardı: Biri günahkardı diğeri de ibadette gayret gösteriyordu. Abid olan diğerine günah işlerken rastlardı da: "Vazgeç!" derdi. Bir gün, yine onu günah üzerinde yakaladı. Yine, "Vazgeç" dedi. Öbürü: "Beni Allah'la başbaşa bırak. Sen benim başıma müfettiş misin?" dedi. Öbürü: "Vallahi Allah seni mağfiret etmez. Veya: "Allah seni cennetine koymaz!" dedi. Bunun üzerine Allah ikisinin de ruhlarını kabzetti. Bunlar Rabbülaleminin huzurunda bir araya geldiler. Allah Teala Hazretleri ibadette gayret edene: "Sen benim elimdekine kadir misin?" dedi. Günahkara da dönerek: "Git, rahmetimle cennete gir!" buyurdu. Diğeri için de: "Bunu ateşe götürün." emretti. [Ebu Davud, Edeb 51, (4901)]

 Buradaki kişilerden biri diğerine “Sen başıma bir gözetleyici gönderilmedin. Beni gözetlemek, peşime düşmek ve beni zoraki iyileştirmek gibi bir yükümlülüğün yok.” Dediğinde diğeri de ona; “Allah seni bağışlamayacak, Allah seni cennetine koymayacak, göreceksin, sen şöyle olacaksın, böyle olacaksın” diye onun hükmünü verdi. Bu rivayetin devamında her ikisi ölünce günahkâr olanı Cenâb-ı Hakk’ın affettiği ama burnunu uzatıp Cenâb-ı Hakk’ın hükmüne karışanı yani aslında ameli salih üzere olanı emredip cehenneme gönderdiği şekilde neticelenir. Çünkü biz her vakit namazda Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıkıp: “Ya Rabb’i din gününün maliki Sensin” (Fatiha-4) diyoruz. Yani hükmü Sen vereceksin. Bizim hükmü vermek gibi bir işe burnumuzu sokmamız hakkımız değil. Başkasının da bizim hakkımızda hüküm vereceğini öngörmeyiz, hüküm Senin’dir, din gününün maliki Sensin Ya Rabb’i. O yüzden var gücümüzle Seni razı etmeye çalışıyoruz,hayatımızı böyle yaşıyoruz.

  Hüküm senin çünkü mülk senin. Hüküm Senin çünkü bilgi Senin, bilgi de var Sende, gaybı biliyorsun. Şehadeti de biliyorsun, yaşanan olayı yaşandığı vakit, yaşandığı yerde tanıksın biliyorsun.Gaybı da biliyorsun önüyle, sonrasıyla... O yüzden hüküm Senin Ya Rabb’i! 

  Sen kullarının arasında hükmü verirsin. Bizler “Bu kafirdir” diyemeyiz, bunu Sen dersin Ya Rabb’i. Biz buraya burnumuzu sokmayız.

  Kişinin Cenâb-ı Hakk’ın işine karışması yani kendisi Allah (cc) gibi konuşması veya davranması Allah’a karşı Azze ve Celle, büyük bir istikbardır. Dolayısıyla o salih olan kardeşte hiçbir amel vesaire bırakmadı. Cenâb-ı Hakk’ın namına ‘’Allah seni affetmeyecek, seni cehenneme atacak, cennete girmeyeceksin’’ diye hükme girişmiş olmasını Cenâb-ı Hakk affetmedi. Berikini daha mütevazi buldu. Rabb’ini tanıyan, emrettikleri hususunda yasakladıkları hususunda gevşek, mütesahil ama günahkâr ama Cenâb-ı haktan ümitli bulunanı ötekine, ameline güvenip, kendisine güvenip bununla başkalarını kesmeye, doğramaya, parçalamaya kalkması, hüküm verip onların Cenâb-ı Hakk ile olan mesafesini sanki o tayin ediyormuşçasına dile getirip sonuçlandırmasını Allah Azze ve Celle affetmedi. O bakımdan tekfirde bulunmak, Cenâb-ı Hakk’ın hükmünü, Cenâb-ı Hakk’a ait olan hükmü, ele geçirmeye çalışmak gibi. Neden?.. Çünkü bilmediğiniz bir şey yapıyorsunuz, kişinin kalbini bilmiyorsunuz, kalbi ile olan süreçteki durumunu bilmiyorsunuz.


-“Biz seni onların üzerine bir koruyucu kılmadık. Sen onların vekili de değilsin.” (Enam-107)

  Sen onların başında bir bekçi, bir zorba değilsin. Bunların hepsi Kur’an ayetleri. Sen onların başında onları bir işi yapmaya sürecek, zorlayacak, istediğin gibi yapmalarını sağlayacak bir vekil değilsin; onları murakabe edecek, her durumlarını iradeyi kapatacak bir sürece boğamazsın çünkü hayat; Sınanmak için,ibtila için kurulmuş, ibtila içinde irade dokunulmaz. İrade de kişinin içinde saklı yoksa söylediği söz de gayri ihtiyari olabilir, istemsiz olabilir veya istemli olabilir biz bilemeyiz. O yüzden tekfir edemeyiz velev ki ‘lüzum-u küfür’ olsa bile ta ki ‘iltizam-ı küfür’ oluncaya kadar.


-Ya Rabb’i, kulların hakkındaki hüküm Sen verirsin, diye tevazuyla hükmü Allah’a (cc) bırakman gerekirken hükmü kalkıp sen üstlendin, kendini bu anlamda Allah’ın (cc) yerine koydun, bu da zaten seni kafir yapmaya ve işini bitirmeye yetti. Sadece kafir demek değil, küfre benzer ithamlar da aynı yere girer. Mesela “Ey Allah’ın (cc) düşmanı” dese de aynı kapıya çıkar. Bu bizim vazifemiz, işimiz ve sorumluluğumuz değil ve bundan bir şey elde etmiyoruz ve Allah’ın (cc) huzuruna çıkınca “bunu niye yapmadınız, niye onları tekfir etmediniz?” Diye sormayacak Cenâb-ı Hak.Esas önemli olan biz onlardan biri olmayalım bu bizim için yeterli. Sevdiklerimiz onlardan biri olmasın, hakkı tavsiye edelim, paylaşalım. İtham diliyle değil, tahkir dili ile de değil..


-Hakkı tavsiye edip, sabrı tavsiye edip ‘’benim de çok kusurlarım var, benim de eksiklerim var’’ diyerek yol almak yerine, kendi elindeki bazı ölçülerle ve bazı yaklaşımlarla aynı haricilerin yaptığı gibi; işte hüküm konusunda vesaire güncel bazı mevzular üzerinden bir siyasi yaklaşımı üzerinden yahut başka bir şey üzerinden bir bakmışsın onu tekfir etmiş, onu bir kafir olarak görüyor. İşte bu anlayışı konuşuyoruz ve bu anlayışın Rasûlullah’dan (sas) Allah Azze ve Celle’nin indirdiği Kur’an'dan, Rasûlullah'ın (sas) döneminde yaşanan boyutta bir karşılığı yok ve buna karşı ciddi mesafe ile aramıza set gerildi ‘’bu işe girmeyelim’’ diye. Ama geldiğimiz günlerde, özellikle Müslümanlar arasında şeytan bu boyutu ile onları çok fena kaşıyor. Bunu çok zevkli ve onlara hazlı bir mesele imiş gibi sunuyor. Özellikle sevmedikleri insanları, böyle Allah (cc) namına tamamen saf dışı bırakabilmenin heyecanı ile hareket ediyorlar. Bu muhatapta söz konusu değilse yok yere kişiyi Cenâb-ı Hakk’ın işine burnunu sokmaktan küfrün tam ortasına çeker. Biz küfrü gerektiren sözleri konuşabiliriz, biz küfrü gerektiren davranışları konuşabiliriz. Sakın yanlış anlaşılmasın, bunları konuşmamaktan söz etmiyoruz. Biz bunu bir ceket gibi Ahmet'e, Mehmed'e, adıyla, sanıyla bir kimseye giydirmekten söz ediyoruz ve diyoruz ki ‘‘giydiremeyiz’’ çünkü bu giydirmek istediğimiz kıyafetin kalbe bakan yüzü ile düğmeleri var ve biz kalbine uzanamıyoruz adamın. Ama adamın kendisi derse ki ‘’verin ben bunu giyeyim’’ isteyerek, bilerek iltizam ederse ‘’evet, tam da kafir olmak için bunları söylüyorum. Demek o söz küfrü gerektiriyor, evet ben de katılıyorum, o söz küfrü gerektiriyor bilerek de söyledim, ediyorum, söylüyorum, istihza ediyorum’’ gibi iltizama girerse, bunu bile yaptığınızda çok iyi bir şey yapmış olmazsanız. Birine bunu özellikle söylettiğinizde bonus kazanmış olmazsınız ama olabilecekse yolu böyledir.

Hâlbuki insan sevdiklerine yani bir anne şefkatiyle, bir baba şefkatiyle, bir kardeş esirgemesi ile çünkü Rasûlullah (sas) aramızdaki kardeşlik ilişkisini imanımız üzerinden sevgiyle düğümledi.

 “Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz.” (Buhârî, Îmân 7; Müslim, Îmân 71-72.)

  Kendisi için istediğini kardeşi için istemediği o denli istekli ve hevesli olmadığı sürece imanı kâmil olmaz dedi. O hangi sevgi ki onda gördüğü bir kusuru, onda gördüğü riskli bir kusur üzerinden onu küfre taşımak istiyor. Hâlbuki tam tersi bunu tolere ederek ve onunla bu meseleyi konuşup, onun üzerinden değil de bir konu olarak, bir mevzu olarak iyileştirmeye çalışmak... Anne olsa evladıyla bu konuyu böyle yapar ama kâfirler istiyorlar ki Mü’minler aralarındaki bu hilâfı çabucak iman düzlemine taşısınlar, küfür düzlemine taşısınlar çünkü biliyorlar ki bunu küfür düzlemine taşıyınca birbirlerinin kanına ve canına kolayca saldırıyorlar ve bunun üzerinden çatışma çıksın, savaş çıksın, ülkeler karışsın ve böylece İslam birbirlerinin kanlarına, canlarına kıyanların bir dini haline gelsin. ‘‘Bu asla olacak şey değil hocam, Müslümanlar için böyle bir korkudan söz ediyorsunuz’’ demeyiniz, bu geçmişte yaşadığımız kadim bir leke. Müminlerin karşı karşıya, aralarında tabiinin, sahabenin bulunabildiği ortamlarda demin girişte söylediğimiz haricilerin çıktığı o günkü günde böyle bir resim vardı ama yine de Allah Azze ve Celle bunlar birbirleriyle savaşsalar dahi bir bakmışsın onlara Mü’minler diyor.

  Eğer müminlerden iki grup birbiriyle kavgaya tutuşursa hemen aralarını düzeltin; ikisinden biri diğerinin hakkına tecavüz etmiş olursa -Allah’ın emrine geri dönünceye kadar- haksızlığa sapanlara karşı savaşın; dönerlerse aralarındaki anlaşmazlığı adaletle çözüme bağlayın ve herkese hakkını verin. Allah hakkı yerine getirenleri sever.”(Hucurat-9)



Prof. Dr. Hfz. Halis AYDEMİR 


https://www.youtube.com/live/wc_laAARUa0?si=9J2_zvN7-bvpa3TA

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder