28 Mayıs 2023

Şûrâ Sûresi

 *Halis Aydemir* 

Şûrâ Sûresi Tefsir Derslerinden Alıntıdır. 


-Ruh, Allah’ın bir parçası değil, emriyle ortaya çıkmış bir varlıktır. Rabb’e saygı ve tazimde bulunur. Ruh Allah’ın bir parçası değildir, Allah hâşâ ruhtan ibaret değildir. Hz Adem’in yaratılışında “Ona ruhumdan üfledim” demesi, “Ona emrimden olan ruhtan üfledim.” anlamındadır. Her birimizin içinde bulunan bu ruh, kişiye kişilik kazandıran Cenab-ı Hakk’ın muazzam bir eseri. Ama Allah’ın bir parçası olarak, O’ndan kopmuş bir unsur olarak görmek sözkonusu değil. Asla Yüce Yaratıcı’nın gölgesi veya parçacıkları değillerdir. Zaten aklen düşünecek olsak Zâtı İlahi için bu muhaldir. Hz Mesih’in yaratılışında da Cenabı Hak Hz Meryem’e “Ona ruhumuzdan üfleyiverdik” haberini bize veriyor. (Gönderdiği elçi üzerinden) Bu ifadeyi hem Hz Adem’in hem Hz Mesih’in yaratılışında görüyoruz. Yaratılışları benzerdir. OL emriyle yaratıldılar. 


-Şûra 49-50: “Göklerin ve yerin egemenliği Allah’a aittir. O dilediğini yaratır; dilediğine kız çocukları bahşeder, dilediğine de erkek çocukları bahşeder. Yahut erkek ve kız çocuklarını birlikte verir. Dilediğini de çocuksuz bırakır. Şüphesiz O her şeyi bilir, her şeye gücü yeter.”


-Allah dilerse anasız babasız yaratır; tıpkı Adem gibi. Allah dilerse tek bir erkekten yaratır; tıpkı Havva’nın yaratılışı gibi. Allah dilerse hem kadından hem erkekten yaratır; tüm insanlığın yaradılışı gibi. Yahut son versiyon, Allah dilerse sadece bir kadından yaratır; Hz Mesih gibi. Bunların hepsi ilahi hikmetin sonuçlarıdır. 


-Hz Lût Aleyhisselam: Gelin kızlarımı size vereyim, onlarla düzgün bir yaşam kurun. Erkek erkeğe kurmak istediğiniz böyle iğrenç bir şeyi gelip burada tatbik etmeyin. 

Bu sahnede Hz Lût, zulme karşı duran, zulme ses çıkaran, bu zulmün gerçekleşmemesi için kızlarını teklif eden adalet timsali bir insan, adaleti bu düzeyde savunan bir insan. Yeter ki bana gelmiş,bana sığınmış misafirlerime el uzatmayın. Yanısıra misafirlik hukukuna gösterdiği riayet, ev sahibinin bu hukuku ne denli koruması gerektiğini gösteren şahane bir örnek. Bir kız babasının böyle iğrenç kişilere değil kızlarının hepsini, 1 kızını bile vermeyeceğini hepimiz biliriz. Ama değil mi ki o eller, Cenabı Hakk’ın istemediği iğrenç bir şekilde misafirlere ulaşmasın diye Hz Lût aleyhisselâm o kapıda adeta set olmuş, engellemeye çalışıyor. Fakat eksikliğini hissettiği de bir şey var, o sahnede büyük bir sıkıntı ve çaresizlik yaşıyor; 

“Ahh size karşı bir kuvvetim olsaydı!”

Bazı müfessirler diyor ki Hz Lût’un eksikliğini hissettiği şey erkek evlat. Şu kapıyı benimle birlikte zapt edecek, onlarla başa baş güreşecek, hem misafirleri hem kızlarını savunacak erkek evladın eksikliği. 

Ben Lût Aleyhisselam’ı okudukça onun hayatında bir kız babasının yaşayacaklarını örnek olarak görürüm. Tabi bu en doruk noktalarıdır. 


-Allah’ın Kuranı Kerîm’de öğrettiği salih bir şekilde yaşayıp, Allah’a sığınıp, orada güvenlik aramak varken, çocuklarımız için hayali bir kurgu oluşturuyoruz, sığ bir dünya kuruyoruz, “Bizler çocuklarımız için, çocuklarımız bizler için olacaklar ve onlara iyi bir gelecek bırakarak hayatı devredeceğiz.” Bu şeytanın neredeyse her insana yutturduğu basit bir bilmeceden ibaret. Bu kurgunun içinde Yüce Yaratıcı’nın her şeye kudretinin yettiği inancı yok. Bu kurgunun içinde, hayatın zorluklarla dolu olduğu, tedbirin kendi başımıza alınması gerektiği, Allah’a güvenerek olursa “İşin Allah’a kalmış, sokaklarda kalırsın,perişan olursun.” biçiminde, arka planda tamamen seküler bir yaklaşım var. 


-Tâhâ 132: “…ailene namaz kılmayı emret. Ve bunun üzerinde sabırlı bir şekilde dur.” Yani pes etme. “Bugün emrettim yarınlarda emrettim ama kılmıyor, ben de yakasını bıraktım” diyorsun ama Cenabı Hak yakasını bırak diye emretmiyor. Sen çocuklarına bir iyilik yapacaksan onları ateşten koru. Onu gerçekten korumak istiyorsan ona namazı emret.  “20 yıldır her sabah kaldırmaya çalışıyorum ama kalkmıyor hocam ne yapacağım?” Öyleyse 21. Yılı da aynı şekilde geçireceksin. Ayette sana “Artık bırakabilirsin” demiyor. Artık senin hanende değil, başka evde yaşıyor. Bundan sonra sorumluluk kalktı mı? Kalkmadı. Eğer Allah’ın elçisine bakarsan, namazda eğer Hz.Ali’yi görmediyse doğrudan Fâtıma’nın evine gider ve neden namaza kalkmadıklarını sorardı. Onların namazı konusunda bu denli sabırlı ve titiz bir bekçiydi çünkü Yüce Yaratıcı’nın emri ortada. O namazı terk ettiği halde sen onla iyi olamazsın. O namazı terk ettiğinde, sen onunla okey isen, artık o senin hayatında Cenabı Hak ile yarışa başlamış demektir. Artık Cenabı Hakk’ın bir emri çocuk dolayısıyla yere düşmüş ve çocuğun hatrı Cenabı Hakk’ı dengelemektedir. “N’apalım, şimdilik idare ediyoruz.” demek bir ödündür, bu ödünün ileride neyi getireceği bilinmez. Senin ailen hususunda birinci yükümlülüğün onlara namazı emretmek. “Ben sanıyordum ki birinci yükümlülüğüm akşam eve yiyecek götürmek” Hayır değil. “Biz senden rızk istemiyoruz; üstelik seni de biz rızıklandırıyoruz.” diyor ayeti kerime. Seni de biz yedirip giydiriyoruz. Eğer bir baba ailede Allah’ın halifesi olmak istiyorsa, ailede Allah’ın sözünün temsilcisi olmak istiyorsa, o babanın sorumluluğu ailede namaz kılınmasını gözetmektir. Şunu unutma sonuç müttakîlerin olacaktır. Bu düzeyde sakınma sahibi olan, hayatında Allah’ın buyruklarını öncelemiş olan, çocuğu namazı terk ettiğinde artık onunla problemli hale gelmiş “Sen Allah’la mesafelisin yavrum, ben de seninle mesafeliyim. Sen O’nunla arayı açtıkça benimle de böyle olacaksın” diyebilen. O çocuk bilecek ki “Babam bana karşı şuan soğuk çünkü ben Allah’a karşı soğuk duruyorum. Ben Allah’ın emrini yapmadıkça babam bana ısınamıyor. Çünkü ben babamın hayatında, eğer konu Allah’sa, bir hiçim.” 

Çocuk bundan emin olduğu gün, biz o sınavdan geçmişiz demektir. Ama çocuk “Yok,babam bana canını verir. Ben namaz kılmasam da katlanır buna. Ben düğünümü içkili de yapsam katlanır. Babam dindar bir insandır ama çocuklarına çok düşkündür.” Çocuğun izlenimi ve deneyimleri buysa o zaman Yüce Yaratıcı’yı geride bırakan öne çıkmış bir tanrıdan söz ediyoruz demektir. Kendisi tanrı değil ama buyrukları Yüce Yaratıcı’yı geride bıraktığı için Allah ona şerik diyor, ortağım diyor, haberimiz yok !!!


-Hz İbrahim ve Hz İsmail. 

Bu ikili, baba sevgisinin oğul sevgisinin ve de can sevgisinin Cenab-ı Allah’ın emri karşısında bir hiç olduğunun en kalıcı,en gözle görülen, en tereddütsüz kanıtını icra ettiler. Onlar icra edince Cenabı Hak bize şunu gösterdi; “Ben ne çocuğu istedim,ne babaya kıydım istedim. Ben sadece önceliğimi görmek istedim.” 

Hz İbrahim bu evlat sevgisinden vazgeçebileceğini gösterdi. Cenabı Allah da onu bütün insanlığa baba olarak takdim etti. Çünkü o babalığın en kralını yaptı, çocuğunu bile Yüce Yaratıcı karşısında bir hiç saymak. 

Çocuğunuza bakarken sınavda testin en önemli sorusuna bakar gibi bakın!!!

———————-


-Hakikati kabul edecek, kulluğunu ikrar edecek, öğüt alacak kimsenin, Yüce Yaradan’ına saygı gösterecek bir niyette olan kimsenin bunda muvaffak olacak kadar imkan ve ömrü Cenab-ı Hak insanlara nasip ettiğini söylüyor. 

İnsanların yaşama ömürlerinde de çeşitlilik vardır, bazıları bu duruma itiraz ediyor. “20 sene yaşadı, belki 40 sene yaşasaydı öğrenecekleriyle belki direksiyonu doğrulturdu. Mesela bak kardeşi 40’ında hidayet oldu. Ama o bu yaşta kaza geçirerek son derece menfi bir hayat üzre vefat etti. Neresinde bunun fırsat eşitliği” gibi sorgulamalar da yanlış. Çünkü görünürde bizim 20 senelik gibi gördüğümüz ömürde o dediğimiz şey bu kişi için gerçekleşmiş. Yani Cenab-ı Hak kimisine 20 senelik ömürde yaşatır, diğerine daha seyreltilmiş halde 40 senede yaşatır. Biz dışarıdan farklı farklı uzunlukta yaşamlar görürüz ama bunu Cenab-ı Hak nisbî olarak dengeler, adil bir imkan ve fırsatı verir. Deminki örnekteki kişi 20 sene daha değil 150 sene daha yaşasaydı yine öğüt almayacaktı. Yani o öyle bir sınandı ki kalan müddet ne kadar uzun olursa olsun Allah’ın o kişi için hükmü değişmiyor. Tüm insanlar hakkında bu böyle. Allah ölçme ve test etmede fire vermez. 

-Birimiz diğerimize sınav aracıyız. Hayatımızdaki herkes sınavımızın parçası ama aynı zamanda biz de onlara sınav malzemesi olup duruyoruz. Böyle karmaşık bir yapıyı yürüten Cenabı Hak sınırsız ilim ve kudret sahibi. Biz başkasının sorusuyuz adeta. Aynı anda da başkaları bizim sorumuz noktasında. 

-Cenab-ı Allah, kul neye tutunmaya çalışırsa Kendisi’nden gayrı elinin altından çekip alıyor. Çünkü orada “Bana tutun” diyor. Kişinin Rabbi’yle kaim olması muazzam bir şeydir. Esas olan Rabbimize olan güvenimiz, O’nun esirgemesine olan güvenimiz. Bu aradaki bağlantı bizi mutlu ediyor, yarınlar için bu bağlantı ile kendimizi huzurlu hissediyorsak, bu yaklaşım Mü’min olmayan ile Mü’min arasındaki temel farktır. Biz hayatımızda neyin üzerine titrersek, Cenab-ı Hakk’a adeta bunun değersiz olduğunu göster diye yalvarmış oluyoruz. Cenabı Hak da çekip alıyor, o şeyi bir hiçe dönüştürüyor. O anda anlıyoruz, muazzam bir düşünceye çekiliyoruz. Bu işleri kim çekip çeviriyor???

“Benim Rabbim var” diyenler mutluluğu yakalayabiliyorlar. Diğer değişkenler onun mutluluğuna zarar veremiyor. 


-Haşr gününün ürpertisi, heyecanı konusunda kendimi ve insanlığı derin bir aymazlığın içerisinde görüyorum. Nedense heyecanlanamıyoruz. Bir uyduruk ehliyet sınavındaki kadar heyecanlanamayışımıza şaşırıyorum. Kuran-ı Kerim’de bitiş çizgisini Allah bize defaatle vurguluyor. Her an böyle dehşetli bir günle karşılaşacak olan bizlerin heyecan yapamayışımızı anlamakta zorlanıyorum. “Ey insanlar, bu yaşam bitmeden yapmanız gerekenleri, Rabbinize icabetimizi muhakkak yerine getirin. Gerçekten O’nun vâdettikleri haktır, sakın yanılmayın.” Bu ifadelere neden kendimizi kaptıramıyoruz, değişik bir aymazlıkla yaşıyoruz. Başına ölüm gelmeyenler için dünya güllük gülistanlık, başına gelenler içinde her şey harap bir halde. Bir gün ben de aynı duruma düşeceğim tümevarımını yapamıyor,serinkanlı yaşıyoruz. 


-Bu mükemmel sistemleri var eden Cenab-ı Hakk’ın sınavını da ona uygun olarak düşünmemiz lazım. Nasıl yaratmada, yaşatmada kusur işlememişse, atomlardan taa yıldızlara kadar bunca karmaşık ve içiçe sistemi gücü ve  ilmiyle yaratmışsa ve bu bizde hayranlık oluşturuyorsa, O’nun yaptığı sınav da bu güce ve ilme uygun düşecek mükemmelliktedir. Bu sistemdeki denge ne kadar ayarlı,ahenkli ise sınavımız da aynı şekilde ayarlı,dengeli, intizamlı, ahenkli, anlaşılır,mantıklı ve hayranlık uyandıracak güzellikle olmalıdır. O’nu sınavlarında adaletsiz tasavvur etmek; bunca kanıtı ve sanatı ortadayken, bizim kendi kendimizle çelişmemiz olur. 


-Delalet içinde ölen kimseleri Cenab-ı Hak neden mahşerde yüzleri üzre, kör,sağır,dilsiz ve sahipsiz olarak sürükleyerek haşredecek? Kanaatimce şundan ötürü; Allah’ın ayetlerine karşı israf ile karşılık verdiler, umursamadılar. Ayetlerden kaçtılar, gözlerini kapatıp kulaklarını tıkadılar. 


-Şûrâ 44: “Allah kimi delalete, sapkınlığa uğratırsa artık onun velisi olmaz.”

Bir insan Cenab-ı Hakk’ı memnun edememiş, O’nun o müşfik, o esirgeyen, o rahmet dolu yaklaşımına karşı ısrarla,inatla, istikbarla delaleti hak edecek bir hoyratlıkla davranmış ise artık Allah onun velisi olmaz. Artık onun dostu yok. Bir kimse delalete saptırılmayı hak edecek davranışlarından ötürü,Allah onu delalete sürüklediyse bu gelinen noktanın kurtuluşu yok. Sadece Allah’ı memnun etmeye odaklanmak gerekmektedir. Allah bir kerecik yanlış yaptın diye hemen azab vermez, o Halîm olandır. Toleranslıdır. 


-Şûrâ 43: “Ama kim sabreder ve bağışlarsa, işte bu güçlü irade gerektiren işlerdendir.”

Marufu anlat, marufu yay, doğruyu söyle, kötülükten sakındır. Ve başına gelene sabret. Bunları yapan kimsenin başına neler geleceğini biliriz, sen doğruyu söyleyince dokuz köyden kovulacaksın. Aile içinde bile doğruyu söylediğin takdirde yerilecek, küçümsenecek, hakir görüleceksin. Dolayısıyla sabra ihtiyacın var. Hele kötülükten sakındırmak istediğinde, sanki iyi olan onlar kötü olan senmişsin gibi dalga geçecekler. Mü’minlerin sabra tutunmaları, Cenab-ı Hakk’ın özellikle test ettiği bir sahadan ibaret. 


-Sabrı Cenab-ı Allah yaşamın her alanında başvuracağımız bir kavram olarak önümüze koyuyor. Ve eşliğinde de çoğu zaman namazı zikrediyor. Sabır tek başına baş edilmesi ağır,zor olabilir. Bedende sabrı etkili ve sürdürebilir kılabilmek için eşliğinde namaz kılmak, hamd etmek. Böylece sen razı olursun, mutmain hissedersin. Rabbi’ni anmakla Allah kalbine sükunet indirir. 


-Şûrâ 38: “Rablerinin çağrısına icabet ederler, namazı ikame ederler.”

Cenab-ı Allah’ı hatırlatan her türlü çağrıdan, çağrışımdan uzak duran kimseler vardır. Rablerine icabet etmediği suçluluğu yaşamamak için, buna dair hatırlatıcı unsurlardan uzak duran kimseler. “Eyvah, camiye yakın yerde ev tutmuşuz. Ben burada nasıl yaşayacağım. Her gün ezan sesi beni rahatsız ediyor.” Bu çağrı bu mesaj onu rahatsız ettiği için camiye uzak muhitleri tercih ediyor. Biri etrafta ölümü hatırlatacak olsa “içimizi kararttın bunalttın” diye onu susturanlar, suçluluklarını derinden hissederler ki, bundan kaçmak için bir ömür farenin kediden kaçtığı gibi Allah’ın ayetlerinden ve Allah’ı işaret eden her türlü şeyden uzak kalarak güya kendilerince rahatlamaya çalışırlar. Böyle kimselere Cenab-ı Hakk’ı hatırlattığımızda yaydan çıkmış o gibi ani tepkiler vermelerine şaşırmamak lazım. O tepkileri bize değil. O tepkileri, içlerinde var olan sıkışmış,hazır tepkilerdir. Kendi içlerinde çözememişlerdir, bizden duyduklarında bize patlarlar. Mesaiyi dünyaya harcayıp, Cenab-ı Hakk’ın çağrısına icabet etmeyenler ağır bir sorumluluğu yaşarlar. 

Rablerine icabet edenlerin hayatlarındaki en belirgin unsur namazdır. Resulullah (sav) Mü’min olanla olmayan arasındaki en temel fark namazdır, buyurmuştur. Onlar ki namazların muhafızlarıdır, namaz da onların muhafızlarıdır, bekçileridir. Karşılıklı birbirini koruyan, bekleyen mıknatısın iki kutbu gibi. 


Şûrâ 38: “Onlar işlerini kendi aralarında şûrâ ile hallederler.”

İstişare ile birbirlerine danışarak hallederler. Mü’minler öyle kimselerdir. Mü’minler istişare ederken hangi referansları kullanacaklar? Elbetteki ayeti kerimelere ve peygamber efendimizin (sav) uygulamalarına dayanarak görüşme yapacaklar: 

“Bu konuda Rabbimizin bir sözü yönlendirmesi var mı? Peygamberimizin uygulamaları nasıldı?”

-Allah’a isyan eden hiç bir mahluka (adı halife,şeyh ne olursa olsun) itaat asla yoktur. Bireyin aklını pasifize eden, onu zayıflatan, emre buyruk hale getiren anlayışlar kesinlikle İslamî değildir. Allah bireyin sorumluluğunu kaldırmamıştır. “Yöneticine itaat et, anlamasan da itaat et, ne derse yap” şeklinde bir zorlama yoktur. Tam tersi, yöneticinin senden istediğine akletmelisin. Yaratıcı’ya karşı gelecek bir şeyi senden istiyorsa itiraz etmelisin, tepki vermelisin. Kur’anın yaklaşımı bu, Hz Peygamber’in (sav) tesis ettiği toplum da bu. O yüzden peygamberimizin meclisinde de hutbesinde de kalkıp soru soran insanlar görebilmektesiniz. Ondan sonraki topluluklarda da hutbe verirken Hz Ebubekir’e, Hz Ömer’e itiraz eden, muhalefet eden, “sana itaat etmiyorum” diyen kimseler görmektesiniz. Bunlar Hz Peygamber’in oluşturduğu, bireylere sorumluluklarını iyice bellettiği, canlı toplumların tezahürüdür. Ne var ki sonralarda , bireyin sorumluluğunu törpüleyip yontan, hatta dini-İslamî argümanlar ile bunu ortadan kaldıran, Halife’ye itaati Yaratıcı’ya itaatin bir parçası olarak vurgulayıp, kişilerin sorgulayıcı yanını kaldıran, susan, her türlü zulme sessiz kalan, emre buyruk, ihtilal yapamayan, başkaldıramayan, yıllarca diktatöryel yönetimlere karşı sessiz, pısırık o topukluları böyle oluşturdular. Bu, İslam’dan kaynaklanan değil, insanların kendi elleriyle bozduğu bir yapının neticesidir. Kuranı Kerîm “Onlar başlarındakilere itaat ederler, onun dediğinden çıkmazlar” demedi. Sorumluluk toplumun kendisindedir. Sorumluluğu toplumdan çekip kendi uhdesine aldığını söyleyenler toplumu pasifize etmiştir. Topluma “Siz işinize bakın, artık yönetim benim elimde. Ben ölene kadar böyle devam edecek. Hatta ben öldükten sonra da benim soyum üzerinden devam edecek.” algısını oluşturan ve bunu toplumun selameti açısından en uygun yolmuş gibi, fitne tazyikiyle (bak bu sisteme yanaşmazsanız fitne çıkar) toplumu sindiren anlayışlar, toplumun çökmesine, her türlü haktan ve gelişmeden mahrum kalmasına ve çürümesine yol açmışlardır. Halbuki canlı bir tartışma-muhalefet ortamı, yanlış bir filizin önünü keser ve böylece toplumda esenliğin, selametin, dürüstlüğün,nizamın sağlıklı ve kalıcı olmasına imkan verir. Adı halife de olsa kişilerin uhdesine bırakılacak bir şey değildir İslam toplumunun yönetimi ve akibeti. Allah “Onlar her türlü işlerini istişare ile çözerler.”derken hariçten gazel okumuyor. Katılımcılık ilkesi Kuranın emridir. 

-Allah halkın bile ses çıkarmasını beklerken alimler, ilim sahipleri ses çıkarmadılar. Vaktiyle ilim sahiplerine zoraki kadılık görevi vermek isteyenler, onu yönetimin bir parçası haline getirip böylece susturmak isteyenler kendi düzenlerini kurmaya çalışıyorlardı. Adına hilafet de deseniz bu İslamî bir şey değildi. Onlar “ben ne dersem o olsun” diyen kendi düzenlerini kurmaya çalışıyorlardı !!! Nitekim kimi alimler buna isyan ettiler, sistemin bir parçası olmamak için hapishanelerde işkence gördüler. 

Bu 38. Ayet adeta toplum nasıl yöneltilir sorusunun cevabıdır. 


-Ve yine aynı ayette infağa yer veriliyor. Şûrâ 38 : “…Kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler.”

İnfak, toplumun iktisadi temelini oluşturmaktadır. Nasıl Mü’min olmayan toplumlarda faiz yönetimin çok esaslı bir yanını teşkil ediyorsa, Mü’min toplumlarda da (insanlar bilseler) infak iktisadın çok önemli bir yanını teşkil eder. “Allah faizi çürütür, yok eder. Sadakaları ise bollaştırıp genişletir.” Bakara-276 

Zenginlerin parayı sıkıp ellerinde tuttukları, fakirlerin de parasızlıktan işe göremez hale geldikleri yerde, üretim durur ve bunun sonucundaki kıtlık da zenginleri de etkiler. Dolayısıyla infak sadece dini bir vecibe değil iktisadi somut bir sonucu olan bir şeydir. İnfak ekonomiye katkı sağlar. Bugüne kadar insanlığın bir çok deneyimlerle başarısız kaldığı, çeşitli olumsuz sonuçlara yol açan bir sürü teorilerin eksik-yanlış yanlarını bu ayeti kerime temelden düzeltiyor; Yönetimde istişare esası, iktisatta ise infak. İnfak ederken ne müsrif ol, ne cimri ol, mutedil bir yol tut. Mü’minler zekat dışında, mallarının bir kısmını (örneğin yüzde 10’unu-20’sini) harcamaya kendisini alıştırırlar. 

(Bazı insanlar yüzde 90’ları-95’leri zorluyorsa bu da onların takvalarının eseri, bu da onların Cenabı Hakk’a duydukları yakınlığın sonucu olur elbette ki) 

Malları büsbütün ellerinde tutmak caiz değildir. Altını ve gümüşü bir yerde kenz olarak (hazine, gömü) bir yerde tutuyorsan, bunu infak etmeni Cenab-ı Hak emrediyor. Madem buna ihtiyacın yok, iktisadın da dışına çıkarıp bunu halktan mahrum etme. 

-Harcadıklarını Allah’a bir yakınlaşma vesilesi, bir kurban, Cenabı Allah’ın hoşnutluğu için bir araç olarak gör. Allah’a yakın olma arzusuyla infağı gönül hoşnutluğu ile yap. 

-İnfakta başarılı olan kimseler kendiler açısından fevkalade ümitli olabilirler. İşte böyle kimseler Allah’ın rahmetini umabilirler.  



-“Gayzlarını bastıranlar ve insanları bağışlayanlar.. Allah böyle güzel davranan kullarını sever.” 

Âl-i İmrân-134

Gayz: Öfke, hınç. 

Allah sizi sevsin,sizi bağışlasın istemez misiniz? Öyleyse öfkenize malik olun. Kendinizi sakinleştirip, Rabbinize sığının. “La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim”


-Şûrâ 37 : “Onlar büyük günahlardan ictinâb ederler.”

İctinâb ifadesine dikkatimizi verelim. Ayette büyük günahlar işlemezler demiyor, ictinâb ederler diyor. (Kaçınırlar, uzak durmaya çalışırlar,çekinirler.) Masiyetten, günahtan büsbütün uzak kalmak hiç bir Mü’minin iddia edeceği bir şey değil, yani sıfır hatayı iddia etmek, hem kendisi hem de bir başkası için bunu iddia etmek Kuranı Kerîm’de yasaklanmıştır. “Kendinizi temize çıkarmayın, Allah sizi en iyi bilendir.” Necm-32

Anormal olan günah işlemek değil, anormal olan günah işlediği halde Rabbini hatırlamayıp, iblis gibi ne olmuş ki yani diyerek günahını savunmaya çalışması, bağışlanma dilememesi. 

-“Senin Rabbin mağfireti geniş olandır.” Mağfiretten yana ne kadar ümitvâr olmamız gerektiğini hissediyoruz. 


-Rabbimiz kendisini yok sayanı da rızıklandırıyor. Sadece Mü’minlerin rızıklandırılıp, kafirlerin aç susuz bırakılacağı bir düzen ilahi sünnete uygun değil. Çünkü böyle bir düzende insanlar iman etmeye zorlanmış olurlar. Allah kimseyi iman etmeye zorlamaz. O halde sen mi insanları iman etmeye zorlayacaksın, ayetini hatırlayın. Cenabı Allah metâyı bir ödül veya ceza aracı değil, bir test bir sınama aracı olarak kullanıyor. 


-Gelen 3-5 milyar ile hissettiği mutluluğu, öğrendiği 3 yahut 5 ayet ile yakalayamıyorsa bir insan büyük bir farkındalığı kaçırmış demektir. Biri sonsuza açılan bir güzergahta eline geçen son derece kıymetli cevher iken, öbürü sonu kabirle biten kapalı bir sokakta her adıma sevinmek gibi anlamsız bir duruma tekabül ediyor. 

-Dünya hayatı “ahirete nazaran” hapis gibidir. Yoksa dünya Mü’minin azaphanesi, çilehanesi, sıkıntı yurdu, perişanlık çektiği bir yer, ahiret ise mutluluğa kavuşacağı bir yer biçiminde bir algı Kur’an’a uymamaktadır. Cenabı Hakk’ın koyduğu sınırlar bize azap eden, yaşamı zorlaştıran şeyler asla değildir. Mevcut sınırlar zor da görünse mutluluğun kaynağıdır. Cenabı Hak ile barışık olmak, Kitab’ını okumak ile elde ettiğimiz kıvanç ve huzuru asla hiç bir şeyde tatmadığımızı göreceğiz. 


-Kişiler iyilik ve hidayet sürecinde ilerlerken rüzgar arka yönlüdür; Allah kulun bu gidişatından memnundur, onu destekler. Aksi istikamette ilerlerken rüzgar ters yönlüdür önden eser; insan adım attıkça zorlanır, küçük küçük musibetler ile engeller çıkarır, onu frenler, geri dönmesi için uyaranlar gönderir. Dolaysıyla hidayet yolunda ilerlemek kolayken aksi yol zordur, iyice inatçılığı ve ısrarı gerektirir. 


-Yeryüzünün her noktasında (ister okyanusun ortasında olsun, ister dağların tepesinde olsun) insan açısından risk, tehlike, sıkıntı, felaket eşit düzeydedir. Cenabı Hak bizi riskli ve risksiz ortamlar diye ikiye ayrılmış bir değerlendirmeden uzaklaşmamızı istiyor. Gerek karada gerek suda gerek havada emniyet riski eşittir, çünkü bizler kendiliğinden ve tesadüfen gelişen olaylar içinde olduğumuza değil, aksine her şeyin kontrol içerisinde geliştiğine, her bir değişimin yüce bir Kudret tarafından yönetildiğine inanıyoruz. 

Şeytanın bu süreçlerde kullandığı enteresan yöntemlerden bir tanesi de gelip kula “ya ne tedirgin oluyorsun, Allah’ın dediği olur, rahat ol” der. Tam da kul tedirginlik içinde Cenab-ı Hakk’a dönüp “ya Rabbi uçağımız kalktı ama biraz sıkıntı hissediyorum bizi koru” dediği bir anda gelip ona “ya rahat olsana, Allah’ın dediği olur, gazeteni al oku, bak karşındaki televizyonu seyret. Niye tedirginliğe kapılıyorsun” der. Eee Allah’ın dediği olursa tam da ne güzel Allah’a yalvarıyorum, O muhafaza etsin O kurtarsın diye. Tam yapılması gereken bir şeyi yaparken, şeytanın yapmak istediği şey gelip emniyeti yaygın hale getirmek. Yani onun güvenlik hissini Cenab-ı Hakk’ı hatırlamaksızın rahat olduğu hissini her tarafta yaygın hale getirmek. Şeytan “Ya niye korkuyorsun. Uçak yerdeki eşeklerden bile güvenli. İstatiklere baktığımızda eşekten düşüp ölenlerin sayısı uçakların düşmesiyle ölenlerin sayısından daha çokmuş. Müsterih ol” diyerek istatikler üzerinden ve “Allah’ın dediği olur” kalıbıyla ama her halükarda onu Allah’tan uzaklaştıran argümanlar kullanıyor. “Allah’ın dediği olur” inancı bizi emniyete değil, O’ndan korkmaya sevketmeli. “Ben günahkâr bir kulum, Cenab-ı Hak her an bana bir sıkıntı yaşatabilir, O’na dönmeliyim. Her yerdeki emniyetimi O’na borçluyum.” 


-Şükrünü unuttuğumuz hatta lütfedip şükrüne hiç bile girmediğimiz o kadar yığınla nimetle iç içeyiz ki, bizim kalkıp Cenab-ı Hakk’a “bana az vermişsin-hiç vermemişsin” tarzında en küçük serzenişimiz tamamiyle bir cahalet, kendini haddini bilmezlik, tamamiyle bir istikbardır. Nimet içinde yüzen birisinin Rabbine olan saygısızlığıdır. 


-Şûrâ 30: “Size her ne musibet isabet ediyorsa, bu sizin ellerinizin kazandığından ötürüdür. Allah bir çoğunu da bağışlar.”

Bizâtihi işlediğiniz yanlışlıklar dolayısıyladır. Kuranı Kerîm’in bu ifadesi bize hayatımızda çok önemli bir ilkeyi tespit etmemizi öğretiyor; sabahtan akşama kadar çeşitli yerlerde, bizi tanıyan ya da tanımayan çeşitli insanlarla karşılaşıyoruz. O insanların bizde oluşturduğu sıkıntılar var, onlardan pek çok zararlar görebiliriz. Kimi aniden oluyor kimi bilinçli oluyor, suç teşkil edenleri dahi olabilir. Kim hangi suçu hangi kasıtla bize işlemiş olursa olsun, biz kendi içimizde muhasebeye geçmeliyiz. Bu konu niye gelip bize isabet etti? Tamam falanca kişi aleyhimizde cürüm işledi diye, o tarafı doğru. O suç

niteliği o kişiyle alakalı. Onun suç işlemiş olması bizim bu musibetle karşılaşmamıza yetmiyor. “O yanlış yaptı ve bu yüzden biz de sıkıntıya düştük” diyorsak hayır öyle değilmiş denklem. Biz denkleme hep böyle yanlış odaklandık. “Bizim oğlan çok asi, çok yaramaz o yüzden bize çok sıkıntı çektiriyor.” Bütün çektiğimiz sıkıntıların sebebini ve sonucunu evladımızın söz dinlemezliğine, isyankarlığına veya ailevi sorunsa eşimizin huysuzluğuna bağladığımızda, aslında temel bir yanlış yapıyormuşuz, Kuran bize bunu öğretiyor. “Dolandırıcı geldi beni dolandırdı. Büyük mali kayba uğradım. Bütün kabahat dolandırıcının.” Bu kişilerin cürümleri kendileri için geçerli, oradan hiç bir şey eksilmeksizin biz kendi içimize baktığımızda şu muhasebeyi yapmamız gerektiğini Cenab-ı Hak bize öğretiyor; bu musibetin bana isabet etme sebebi falanca kişinin kastı, huysuzluğu vs değil. Bu benim ellerimin kazandığının bir kısmının bana geri dönüşü şeklindedir. Yaratıcı ile olan bu muhasebemde “Ya Rabbi falanca kişi böyle bir dolandırıcılık yapmak isteyecekti ama şehirde yığınla dükkan varken sen onu benim dükkanıma gönderdin. Bu musibeti senin müsaaden olmasa, koşulları sen ayarlamasan bu musibet asla gerçekleşmezdi. Kim hangi kin, öfke, gariz duygularıyla hareket ederse etsin musibet Allah’ın müsaadesiyle oluyor. “O kadar dükkan varken niye benim dükkanı buldu?” , “O kadar hanım varken niye ben böyle bir hanıma denk geldim?” , “O kadar hastalık varken niye bu hastalık bana isabet etti?” Burada 2 bağımsız olay gerçekleştiriyor. Onların bize işlediği suça karşı haklarımızı aramak sonuna kadar bizim vazifemiz. Ama Cenab-ı Hak o kişinin bana karşı o cürümünü işlemesine niye müsaade etti? 

Cenab-ı Hak diyor ki “Sizin işlediğiniz suçlarınız var. Esas neden bu. Sizin ellerinizle kazandıklarınız olmasaydı, kim size zulüm yapmak için aleyhinizde hesap kitap yapıp plan kurmuş olsa da bunu asla gerçekleştiremezdi. Başarabildiyse onun suçu elbetteki sabit. Ama sizin aleyhinizde olan bu sıkıntının karşılığında sizin ellerinizle kazandığınız cürümler var.”

Ve bilelim ki yapmış olduklarımızın çoğu da Cenab-ı Hak tarafından göz ardı edilmektedir, ilahi bir rahmet olarak musibete dönüştürülmemektedir. 

-Hem birey olarak hem toplum olarak Cenab-ı Hak durduk yere bizi cezalandırmaz. 

-En sıkıntılı anlarında, bu sıkıntıları için başkalarından kaynaklandı diyenler meseleye seküler bakmayı öne çıkaranlardır. “Falanca falanca bana şunu şunu yaptı” diye uzun uzun anlatan kimseye biz uzaktan bakarken , “Falanca filanca yaptı diyorsun ama ne yaptın da Allah sana bu musibeti verdi?” diye içimizden çoğu zaman geçiriyoruz ama bunu dönüp onlara söylemek sıkıntılı oluyor. Çünkü onu suçlu olarak değerlendirdiğimizi fark etmiş oluyor. Cenab-ı Hak bunu başkaları için yapmamızı değil, kendimizle ilgili böyle değerlendirmemizi öğretiyor. Suçluyu bizzat biz kendimiz içimizde aramalıyız. Bunu başarabilirsek bu konuyu imanla ele aldığımızın tezahürü olacak. Çocuk babasına büyük saygısızlık yaptığında, babası odasına çekilip “Ya Rabbi ben hangi yanlışlar yaptım böyle asi bir evlat ile uğraşıyorum.” Ya da asi bir kiracı, yanlış bir komşuyla, hanımla, komşuyla vs. İşte böyle dediğinde Cenab-ı Hak da ona diyor ki “Bak kulum ona bunu benim gönderdiğimin hemen farkına vardı. Bak işte bu Mü’min! Kaynağı hemen gördü, iman sahibi. Eğer kullarım böyle çözümlemeye kalkarsa ben de ona hidayet ederim.”

-Kulun musibetleri böyle karşılaması bir iman zevkidir. Başlı başına bir ibadettir. Tekamüldür , güzelliktir. 

-“Suçu işleyenlerin hiç bir suçu yok, bu zaten bizim için mukaddermiş” diyemeyiz. Onların cürümü ayrı. 

-Kulu arındırmak isteyen Allah , musibet gönderir. Kul arınmak paklanmak istiyorsa musibeti doğru okur. Tespitini yapar ve artık aynı hatayı yapmamaya başlar. Kalan hatalar için Cenab-ı Hak yine musibet gönderir, o da yine bir ihbar mektubu gibidir. Kul onun da altını çizer, hayatından ayıklamaya başlar. İşte bu tezkiye sürecidir. Allah’ın kulu akladığı pakladığı, rahmetiyle, şefkatiyle sardığı bir süreç. İçinde her ne kadar musibet olsa da yeter ki kul bunu doğru okusun! 

-Musibet ile sabır kelimeleri yanyana yazılmalı. Bu musibeti karışımıza çıkaran Rabbimizin bir muradı var. Sabır ile karşılayıp karşılamayacağımı, bunu O’ndan bilip bilmeyeceğimi yoksa müstekbir mi davranacağımı sınıyor. Sabır, musibetin geldiği ilk andan itibaren yapılırsa değerli. İlerleyen zamanlarda kişi sabretmeye başlamışsa bunun kıymeti artık iyice azalmıştır. “En güzel sabır darbenin ilk geldiği andadır.” Hadisi Şerif 

-Cenab-ı Hak kuluna musibet vermek istediği zaman demek ki kulda buna karşılık gelecek bolca kusur var. 

-Müfessirler demişler ki; eğer kişi musibetten uzak kalmak istiyorsa, daha esenlikli korunaklı olmak, Yaradan’ın merhametini celbetmek istiyorsa sürekli Cenab-ı Hakk’a 

“Ya Rabbi beni her an muhafaza edebilirsin, bana her an musibet gönderebilirdin ama yapmadın. Bu senin rahmetinin tecellisi oldu. Bana her türlü kazayı yaşatabilirdin, yapmadıysan lütfunun, beni ne kadar sevdiğinin esirgediğinin eseri. Karşılığında hemen hemen hiç bir şeyim yok neredeyse. Hatta hiç yok. Tamamen full ekstra olarak lütufta bulunuyorsun. Nasıl şükredeceğimi bilemiyorum.” diye yaklaşmalı. Bu tarz yaklaşan bir kul sıkıntı ve musibetlerden daha emindir. Çünkü bu musibetler uyaran niteliğindedir. Uyaranlar da gaflettekileri daha çok bulur, onlarla ilgilidir, Cenab-ı Hakk’ı görmezden geldikleri o süreçte uyansınlar diyedir. Gaflet musibete davetiye çıkarır.  Dolayısıyla bu yakînî şuuru, korkulu halini insan her gün canlı tutsa, kullukta hem ilerler hem de bu hayattaki saadetini daha çok temin eder. Sürprizlerden, ani tokatlanmalardan, çarpmalardan emin olur. Çünkü bu çarpma ve tokatlamalar hep zalimlerle ilgilidir. 


Şûrâ 29’da Rabbimiz “dabbe”den bahsediyor. Göklerde ve yerde dabbeler (canlılar) mevcuttur, diyor. Ama bu dabbe kapsamında biz gibi insanlar var mı yok mu emin değiliz. “O dilediği zaman onları bir araya getirir.” Allah dilediğinde o canlıları bir araya getirmeye muktedirdir. Bir araya gelmelerinin ne kadar zor olduğunu gösteren bir ayet olsa gerek. Zira bu gücü Allah zâtına izafe ediyor. Ayetin neye delalet ettiği çok kat’i değil. Dileyecek midir dilemeyecek midir açıkça ifadesi yok. 


-Yaratma nasıl O’nun ise, yürütme de Allah’ın elindedir. O’na yaratmayı tahsis edip, yürütmeyi başkasıyla paylaştıranlar… 

Rahman olan Allah’tan iste, arada iletmek üzere,bildirmek üzere birine ihtiyacın yok. 

Saymaya kalksanız Allah’ın nimetlerini sayamazsınız. İnsan gerçekten gerçeği yoksaymada o kadar aşırı, o kadar zalim ki. 

-“De ki ‘Bana Allah yeter.’”

Bunu dememizi Allah emrediyor. 


-Şûrâ 28: “İnsanlar bütün ümitlerini yitirdikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini yayan O’dur. Gerçek dost ve koruyucu O’dur.”

En dibe vurduğunu sandığın o kritik anda ümitsizliğe kapılıyor musun? Cenab-ı Hakk’ın rahmetini umuyor musun? Pes mi ediyorsun? Pes edenler, ipini koparanlar, artık bu topraklara yağmur yağmaz diye terk edenler, artık beni affetmez diye Cenab-ı Hak ile yolunu ayıranlar, sürecin dışına çıkmış kimselerdir. Kuranı Kerim’de Allah bizi en son nokta olarak ve en önemli sınır, kırmızı çizgi olarak bununla ikaz ediyor. Ne yaparsanız ne ederseniz edin ama benim sahipliğimden vaz geçmeyin. Herkes gitsin, herkes bitsin. Ama yine biz-bize olduğumuzu unutmayın. Bütün herkes analar, babalar, efendiler hepsinin birer yalan olduğunu, yine sen ve ben ikimiz kalacağımızı, başka sahibinin olmayacağını bilmen lazım. Bunu bildiğin, benimle bağlantıyı koparmadığın sürece yerleri gökleri dolduracak kadar günahlara boyansan da, yine benim huzuruma gelebilecek imanın, bana güvenin olmalı. Çünkü ben bu denli Rahman, bu denli Rahim’im. Azapla karşılaşmadan evvel dönün çünkü Allah kendisine bu ayetin sonunda “Veli O’dur, sahip O’dur.” diyor. 

“EL VELİYY” Kuranı Kerîm’de 2 kez geçiyor ikisi de Şûrâ Sûresi’nde. Benim bu sûreyi seçmekteki sebebim buydu. Veliyy Allah’tır, dost-destekçi- korunak ve yardım kaynağı Allah’tır. Bırak kötüye giden şartların tekrar iyiye döndürülmesini, ölüyü bile dirilten O’dur. Ne kadar cürümkâr olsam da beni esirgeyecek rahmete sahip yegane dost Allah’tır. 


-Eğer beni hatırlar, benden bilirseniz, bana teşekkür ederseniz ben sizi ziyadeleştiririm, diyor Rabbimiz. Eğer beni unutur, başka yerlerden (en çok da kendinizden) bilirseniz ziyanda olursunuz. İnsanın en çok yaptığı kendinden bilmesi. Bakıyorsun üniversite okumuş, çalıştık ettik tabi diyor. Nasıl oldu diye soruyorsunuz, çok çalıştım diyor. Bu ifadenin içinde Allah var mı, yok. Dolayısıyla bu yoksaymadır. Peki çok çalıştığı için mi üniversiteyi kazanmıştı, hayır. Allah onun algı sistemini düşük seviyede yaratsaydı çok çalışsaydı da bir manası olmazdı. Çok çalışma imkanını, motivasyonunu, hevesini kim verdi? Burada çok parametre var ve hepsini Allah kontrol etti. Buna en iyi tanık kişinin kendisidir, kişi bunu kendinde görmüyorsa, bunu onda başka kimse görmez. Dolaysıyla böyle soruya verilecek cevap; Allah da beni böyle bu meslek üzerinden sınamak istedi. Hamdolsun iyi bir meslek. Beni dilediği meslekte sınar. Yoksa, görmüyor musun saçlarımı, nerede ağardı bu saçlar diye kendinden bilerek cevap verirsen Cenab-ı Hak der ki şu kula bak kendinden biliyor bizi unutuyor, görmezden geliyor, küfre giriyor. İşte tam o noktada kişi kendini belli ediyor. 

Kişinin eline çok güzel bir araba geçtiğinde “Bu Rabbimin lütfu. Şimdi sınamak istiyor beni. O’ndan mı bileceğim; arabayı gördükçe “Teşekkür ederim Allahım, bana böyle bir araba takdir etmişsin” mi diyeceğim. Yoksa yığınla insanla bunun muhabbetini yaparken o parayı nasıl mı kazandığımı anlatacağım!!! Şükür vesilesi mi yapacağım yoksa benim ne kadar dahi,zekice plan yaptığımı, nasıl iyi bir ticaret kurguladığımı, nasıl da bu arabayı yahut arsayı denk getirdiğimi, nasıl iyi bir emlakçı olduğumu vs vs. 

Allah kullarını bilir, haberdardır. Bunca koşulu sırf insanı denemek için yaratan Cenab-ı Hak, semeresinden uzak kalır mı? Şüphesiz hepsini belli bir kitapta toplamaktadır. “Biz sizin yaptıklarınızın birer kopyasını alıyoruz.” diyor Cenab-ı Hak. Basîrdir, her an gözetlemektedir. 


-Şûrâ 27: “Şayet Allah kullarına rızkı bol bol verseydi yeryüzünde taşkınlık ederlerdi; ama O dilediği ölçüye göre vermektedir. Çünkü O kullarının durumunu çok iyi bilmekte ve görmektedir.” 

Ayeti kerimeye göre bu ölçü, kulları taşkınlığa sürüklemeyecek, iradesini baskı altına almayacak, onların doğruluk, hakka tutunma gibi sahip oldukları cevherlerini aşmayacak taşmayacak bir ölçü olsa gerek. Çokça verseydik taşkınlık ederlerdi, diyor. 


-Şûrâ 25: “Kullarının tövbesini kabul eden, günahları bağışlayan ve yaptıklarınızı bilen O’dur.”

Tövbe ve istiğfarı ayırt etmek lazım. Tövbe bir süreçtir. İstiğfar, bağışlanma dilemedir, defaatle yapılabilir. Bazı insanlar istiğfar ettiklerinde tövbe ettim sanıyor. Halbuki tövbe bir barışma süreci. Kişinin benliğiyle, haliyle, vaktiyle,hissiyatıyla, ameliyle dönüşüm, ıslah süreci. Bir tarz değişimidir, aslına rücû etmedir. Yoldan çıkmaktan geri gelmedir. Kişinin bunu öğrenmesi, terakki etmesi demektir.  Bu da belli bir sürece tekabül eder. Cenab-ı Hak da böylece yüzünü kuluna döner. Bu süreç bazılarında uzun bazılarında kısa olur. Tövbe bir sebat. Ya Rabbi ben bundan pişmanlık duydum deyip, bu pişmanlığın ardında ne kadar durabildiğini, ne kadar fedakarlık ettiğini gösteren bir sebat süreci. Yoksa iki kelimelik “Beni bağışla” demek değil. 

“Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirir.” Furkan 70. 

Tövbe süreci içerisinde kul pişman olduğu o yanlışları işlemiyorsa ve artık salih ameller nasip olmuşsa, o kötülükler artık iyiliklere dönüşmüştür. Ama kul her fitneyle karşı karşıya geldiğinde yine tepetaklak oluyorsa tehlike çanları çalıyor demektir. Dönüş ISLAH ile ilgilidir. Allah, o dönenler için ıslah olanlardan olarak bahsediyor. Ben şahsımca bunu kendi içimde bağışlanmayı o günahı unutmakla eşdeğer görüyorum. Eğer elimi açıp da bağışlanma dileyeceğim günahlarımı sıralamaya kalktığımda aklıma geliyorlarsa, demek ki bunları Rabbim henüz bağışlamamış. Bağışlamamış ki ben şimdi bunları tekrar hatırlayıp eziliyorum, sıkıntı çekiyorum, yüreğim burkuluyor. Demek ki hala Rabbim tövbe etmemi, pişmanlık göstermemi istiyor. Yeterince ben bunlar için sıkıntı çekmemişim, günahlarım sandığımdan daha büyükmüş. Belki de tövbeden önce istikbar sürecine girmişim. Tövbe ettim, nasıl olsa bağışlanması gerekir, gibi bir yol almışım kendimce. O kul o tövbe sürecinde öyle bir bağışlanma dilemeli ki Cenab-ı Hak bağışladığında ben inanıyorum ki artık onu aklına getirmemeli. Çünkü düşünüyorum ki Cenabı Hakk’ın zâtına yaraşmaz, kulum seni bağışladım dedikten sonra, ona bunu hatırlatıp boynunu eğdirsin. Bunu insanlar bile yapmıyor. Dolayısıyla günahımız aklımıza geliyor ise o günaha uygun düşecek yana yakıla o tövbeyi,yakarmayı henüz gerçekleştirmemişiz diye düşünüyorum. 

Tövbede, cürüm tamamen bize aittir. Bu zulüm bana ait ya Rabbi, sen burada kusursuzsun. Sen Rabbim olarak beni esirgedin, kolladın, her türlü beni uyardın. Sana rağmen bilerek yaptım ben bunu. Sen bu ana kadar büyüklük yaptın , büyüklük yapmaya devam et, beni bağışla. Kişi işte böyle huzurda eğilerek, O’nu tenzih ederek bağışlanma dilemeli. Yoksa günahlarını hafifletecek teorilerle, şeytanın vehimleriyle huzura gitmemeli. Cürmüne yüzde 1 dahi olsa hisse çıkarmayacak. Şeytan bizi hiç farkına varmadan aldatmaya kalkıyor. “Çünkü ben bilmiyordum” ya da “Ben o zamanlar şöyle şöyle idim, eksik olan şuydu, buydu” vs. Oysa ki hakikat öyle değil. O tezleri dinleye dinleye ve beğene beğene biz, içimizdeki o hakikatleri de kaybettik. Bilmeliyiz ki Allah temelde kulunu donatmadan, o sınayacağı konuda malumat vermeden onu sınavla karşı karşıya getirmez. Hiç bir şey Allah’ın bilgisi olmadan gerçekleşmez. Ve Allah abesle iştigal hiç bir şey yapmaz yaşatmaz. 

-Biz bazen tövbeyi de, tövbenin kabulünü de kendi içimizde yaşıyoruz. Neredeyse Cenabı Hakk’a hiç bir şey kalmıyor!!!

-Tövbe mi ediyor, tövbe ediyor gibi mi ediyor??? (Tövbeyi adam gibi yap, hizaya gel, Rabbinin makamına saygı duy) 

-Tövbe bir-iki kelimeyle biten bir şey değil, tam tersi başlayan bir şey. İkrar ile tövbe süreci başlar. 

-Yûnus peygamber balığın karnında hatasını ikrar etti , o karanlıklardaki tövbesini tesbihata dönüştürdü, tekrar tekrar tekrar acıyla kıvrana kıvrana ölümüne Cenabı Allah’a seslendi. Ve Allah diyor ki; eğer böyle tesbih edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar balığın karnında bekletilirdi. Cürmü büyük, vebali büyük, sıkıntı büyük. Ama yakarış ve dönüş de büyük oldu ve Cenabı Hak icabet etti, Yûnus’u gamdan kurtardı. Yûnus ızdıraba boğulmuştu, ben bunu nasıl yaptım diye dövünüyor, bir türlü izahat veremiyordu, kendini tırmalıyordu. İşte GAM.. GAM.. Bu kıssada bir şey daha öğreniyoruz; TÖVBE GAM HALİDİR. Allah tövbeyi kabul ettiğinde gamı ortadan kaldırır. Gamla yoğrulmamış bir tövbe olmaz. Benzerini Musa aleyhisselâmda da görüyoruz. “Sen bir adam öldürmüştün de biz seni gamdan kurtardık.” Tâhâ 40. 

Gam demek o efkarlı hal, bunaltılı depresif hal, her ne derseniz, kişinin gerçekten içten içe bu yanlışların vebalini, acısını çekmesi. 

-Tövbeye salih amel ekle. Duayı da elden bırakma. Huşû ve ürperti içinde ol. Hayırda yarış. 


-Bazı kimselere şeytan gelip onlara şunu dedirtiyor ki “Herkesin zekası bir mi efendim, bazı kimseler anlamayabilir, onlar ne olacak? Allah adaletsiz değil mi?” Cenab-ı Hak diyor ki “Ben öyle bir şey yapmıyorum ki, ben bunu herkese apaçık eyleyeceğim. Size ne benim işimden. Sana apaçık eyledim mi? Evet eyledim. Öyleyse kendi sorumluluğuna bak, kendi doğrularını takip et. Kendi işine bak. Ben her şeye tanığım ve bu sana yetmeli.” Cenab-ı Hak herkesi her konuda sınıyor değil. Binlerce belki milyonlarca konu var Cenab-ı Hakk’ın insanların teslimiyetini sınadığı. Kimi hangi konuda nasıl sınıyor ise onu o konuda net hale getiriyor, apaçık kanıtlar ile onu aydınlatıyor ve o kişi ya Cenab-ı Hakk’a karşı pozisyon alıyor yahut teslimiyet ile O’na boyun eğiyor. “Şüphesiz O kalplerde olanı çok iyi bilmektedir.” Şûrâ 24 Göğüslerde ne olup bitiyor Allah biliyor. Allah bu gerçekle zâtını öyle övüyor ki Kuranı Kerîm’de bunu çok yerde görürsünüz. Bu hem tehdittir hem müjdedir, her şeydir bu! Dolayısıyla bizler de Allah’ı bununla övelim. Dualarımıza bununla başlayalım, insanlar duysun: YA RABBİ MUHAKKAK Kİ SEN, ANCAK SEN GÖĞÜSLERDE OLUP BİTENİ BİLENSİN, HABİR OLANSIN (HER AN HABERDAR OLANSIN) SANA SIĞINIYORUM. 

Bu ayet bizi bizle karşı karşıya getirdi. Allah, ben göğüslerde olanı kesinkes bilirim deyince, sanki önümüze muazzam bir ayna koydu. Bir anda bütün ayıplarımız, çirkinliklerimiz, hesaplarımız bir anda sanki mahşerde koca bir ekrana yansıdı gibi. 


-Şûrâ 21: “Yoksa onların ortak koştukları tanrıları var da Allah’ın izin vermediği kuralları bunlar için din mi yapıyorlar?” 

Demek ki dine kural koymaya kalkan, adeta kendi ilahlığını ilan etmiş gibidir. İslam’da böyle bir şey yapmaya kalkan, dinin sahibi olan Allah’ın yanısıra kendisinin de bundan hisse sahibi olduğunu iddia etmiş gibi olur. “Yoksa onların ortakları mı var” sorusu böyle bir şey olmadığına işaret, cevabı belli, yermek maksadıyla sorulmuş soru. (İstinkari soru=İddiayı reddeden soru) 

-Şûrâ 21: “…o zalimler için elîm bir azap var!”

Şirkin anılıp da devamında zulmün anılmadığı hiç bir ayeti kerime yoktur. Şirk muhakkak ki en büyük zulümdür. Cehennemdekiler zalimlerdir. Cehennemde bir insan yanlışlıkla bulunmaz. Bilgi eksikliği veya bulunduğu coğrafyada bilgi yokmuş vs vs falanca memlekette doğduğu için doğrulara erişememiş vs. Hayır öyle değil. Cehennemdekiler kendilerine doğrular, imkanlar verildiği halde yoksaymış, bile bile yanlışa ve zulme yönelmiş kimselerdir. 


-Şûra 19: “Allah kullarına çok lütufkârdır, dilediğine rızık verir. Güçlü ve üstün olan da O’dur.”

Bu ayeti kerimede rızkı Allah dilediğine verdiğine vurgu yapıyor. Neden falancaya az filancaya çok verir sorusunun cevabını Kuranı Kerim cevaplıyor; imtihan için. Mevcut taksimat Cenab-ı Hakk’ın yaptığı taksimattır, kulların çaba ve uğraşıları sonucu değil, ve zekalarının da sonucu değil. Uğraşmak kulların vazifesi. Bazısı bazısını çalıştırsın diye, böyle bir taksimatta bulunduk diyor Cenab-ı Hak. Adaletsizlikten söz edilemez. Zira içinde bulunduğumuz yaşam bir yarışın, çabanın sonucu değil, tam da çabanın kendisidir, mesai yeridir. Bu mesai yerinde kulların eline verilen ödül-ceza değil, kulların eline verilen olsa olsa edevat olur, araç-gereç olur. Niye bana daha az araç verildi ona daha çok gereç verildi, denemez. Çünkü kime ne kadar araç gereç verildiyse ondan o kadar iş çıkarması beklenmektedir. Mevcut hayatın içinde tanzim edilen rızıklar ve kişilere verilen roller Cenab-ı Hakk’ın ayarını çektiği ve buna göre de gayret beklediği bir sınav arenasıdır. Öte yandan insanlara verilen şeyler bir yönüyle anlamsızdır, bir adım sonra geri alınacak şeylerdir. Tanıtım bittikten sonra geri alınacak. 


-Şûrâ 15: “…. bana aranızda adil olmam emredildi.”

Cemaatlerin “biz ekseni” vardır. Belli ölçüde birbirlerini tutarlar, korurlar. Belki öyle göz çıkaracak düzeyde adaletsizliğe başvurmasalar da, kendi tarafında olanları öncelerler. Yahudilerde bu kısmen kurallaştırılmış. Bizim yalancımız, bizim hırsızımız başkasının dürüstünden üstündür, bu anlayış bir çok toplulukta gelmiş. Kuranı Kerîm bize bunu kesinlikle yasaklıyor ve adaletli olmayı emrediyor. Doğruyu Allah için anlatın. Erdem için, adalet için, insaniyet namına vs için değil. Bunlar kişinin niyetini pürüzlü hale getirir. 


-İnsanlar tek bir milletti. İlk farklılaşanlar Hz Nuh’un zamanına doğru farklılaştılar. O zamana kadar şeytan daha hiç kimseyi farklılaştırmakta muvaffak olamamış, tek olan Allah’a ibadet ediyorlardı. Hz.Adem’den bu yana o nesil tek bir ümmet olarak yaşadılar. Nuh aleyhisselâm gelmeden evvel kavminin arasında salih insanlar vardı. Onlar vefat edince yakınları büyük üzüntü duymuş, şeytan gelip dedi ki “Onlar iyi kimselerdi. Gelip buralara otururlardı. Aramızda onlar kadar da iyileri kalmadı. Bari siz bu aynı yerlere oturmayın -ki onları hatırladıkça Cenab-ı Hakk’ı hatırlarsınız.” 

İnsanlar da güzel fikir dediler, o yerleri işaretlediler. Burası Yeğus’un yeri, şurası Vedd’in yeri, orası Suva’nın yeri.. vs Bir kaç nesil oralarda kimse oturmadı. Şeytan sonraki nesillere ne yaptı ne etti oralara heykel koydurttu. 

(Nuh Sûresi’nde geçen bu 5 put ismi, Hz Adem ile Hz Nuh arasındaki dönemde yaşamış salih kişilerin adıdır.) Daha sonra da o putlara ibadet ettirmeye başladı. Putların etrafında dönerek saygı gösterdiler. Hz Nuh gelip bunlar nedir böyle dediğinde, bunlar bizi Allah’a yakınlaştırıyor, Allah’ı hatırlıyoruz, diye cevapladılar. Atalarından kalan mirası öylece devam ettirdiler. Allah’ın birliğine inanan çizgiden saptılar, araya putları koydular, farklılaşma böyle oldu. 


-Bulunduğumuz mekan Allah’ın mekanı. Buradaki koşullar A’dan Z’ye Allah’ın dekore ettiği koşullardır. Biz de buna dahiliz. Bizim de rengimiz, şemalimiz, bulunduğumuz mekan, ait olduğumuz mekan vs hepsi Allah’ın tercihi. Bunları baştan kabullenip, saygıyla sahiplenip hatta sevmemiz icap eder. 


-Şûrâ 12: “Rızkı dilediğine bol verir, dilediğine de kısar. Çünkü O her şeyi bilmektedir.” 

Tedbir ile kaza/kader ilişkisi neyse rızk elde edişimiz ile gayret arasındaki şey aynı şekildedir. Allah gayret etmemizi emrettiği için bunu yapıyoruz, yoksa yaptığımız için bir şey elde ediyor değiliz. Ne elde ediyorsak o bize Allah’ın taksim ettiği kadardır. Bazı kimseler “İnsan için çabaladığından gayrısı yoktur” ayetini yeryüzündeki mesai için, mal mülk edinmek için değerlendiriyorlar. Dolayısıyla çalışan kazanır, neticesine varıyorlar. Kanaatim o ki bu ayet ve benzeri ayetler kişinin ahirette elde edeceğiyle alakalıdır. Yani dünyada ne ekerse ahirette onu ekecek. Ne için çabalarsa, Allah ona göre bir karşılık verecek ahirette. Dünya hayatındaki gelir elde etme sınav argümanıdır, fitnedir. Kişilerin gayretleriyle doğru orantılı değildir. İman sahibi olmayıp rızkı bol olan insanlar bunun örneğidir. İlişkili gibi gözükse de ilişkili değildir. Zaten bir çok insan bulunduğu coğrafya dolayısıyla bundan mahrumdur. Bu Cenab-ı Hakkın takdiridir, kaderin bir parçasıdır. Çalışmak mecburiyeti geliri sağlamak için değil, Cenab-ı Hakkın emrini yerine getirmek içindir. O’nun fazlını araştırın, emri var.

“….Allah’ın fazlından (rızkınızı maişetinizi) arayın.” Rûm-23

Hiç bir tedbir ile bize takdir edilen kazanın önleneceğine inanmayız. Tedbir aldık ve kaza olmadıysa da tedbir aldık da oldu diye düşünmeyiz. Cenab-ı Hakk korudu da kaza olmadı diye düşünürüz. Biz bize düşeni yaparız takdir Allah’ın. 


-Allah yürüme imkanı verdiği halde yürümezseniz, Allah onu elinizden alır yürüyemez hale gelirsiniz. Allah akıl da vermiş, onu kullanamaz isek kendi aptallığımızı hazırlamış oluruz. Aptal gibi davranan kimseler, öyle inanıyorum ki zamanla aptallaşır.  Bir şeyi hatırladığı halde hatırlamamış gibi yapanlar,bir süre sonra hatırlamama hastalığına kapılırlar. Allah neye imkan veriyor da değerlendirmiyor isek imkanı elimizden alacaktır. Çünkü verdiği imkan haktır. Onu kullanma hakkımız var,yerindelik ilkesi var. 


-Şûrâ 7: “… size Arapça bir Kuran indirdik ki böylece sizler akledesiniz.” 

Demek ki Kuranı Kerim’in Arapça olması akletmeye daha elverişli. İnsanları akletmeye yönlendirmeye daha müsait bir lisan olmalı ki Arap dilinin açıklığıyla akletmenin suhuleti arasında yakın bir ilgi ayetten sezinleniyor. Bu ilahi bir seçimdir. Allah Kuranı Kerîm’i tüm insanlara gönderdiğine göre Arapça artık tüm insanlığın dilidir. Mekke de tüm şehirlerin anasıdır, uluslar arasıdır. 


-Meleklerin, insanların kötülüğünü değil de olabildiğince iyiliğini isteyen bir tarafta olduklarını görüyoruz. Yeryüzündekiler için istiğfar ediyorlar. Rabbimiz de azap yanlısı değil. 


-“Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur.” Gökler çoğul iken yerin tekil olduğunu görüyoruz. 7 kat sema var. 

Ve bu gök bir gün yarılacak. O gün yıldızlar,gezegenler dökülüp saçılacaklar. Denizler fışkıracak. Kabirlerde ne var ne yok dışarı çıkarılacak. 


https://youtube.com/playlist?list=PL470HxBGbzVAOGj3hechVBXmcm-uXpp27

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder