06 Mayıs 2023

Cuma Vaazı (23.10.2020)

-Kul, kendi kulluk acziyetini, kulluk çaresizliğini, kul olarak ne kadar muhtaç ve fakir olduğunu bilirse Cenâb-ı Hakk’ın o kadar mutlak muktedir, mutlak zengin, mutlak ihtiyaçsız yani Ğani olduğunu kestirmeye başlar. 

Kul, kendisini bir şey zannetmeye başladıkça, biraz biraz kendisine yeter sanmaya başladıkça o kulun Cenâb-ı Hakk’ı tasavvuru da bundan yara almaya başlar. O kulun Allah Azze ve Celle’ye bakışı da bozulmaya başlar. Zenginleştikçe kendisini, kendisine yeter sanmaya başladı mı bu kez Cenâb-ı Hakk'ın nasıl mutlak ‘’Ğani’’ olduğunu anlaması bozulmaya başlar.

Dolayısıyla kul kendisini, acziyetini, kulluğunu, hiçliğini daha doğrusu; eline geçenlerin nasıl kaybolup gideceğini, kendisinin bunlar ile sadece sınandığının farkındalığını iyi yaşarsa, bu da onun sürekli oksijen alır gibi kendi bilincini tazelemesi gerekir ki kul, kendi kulluğunun farkındalığı hususunda yanlış bir eksene sapmasın. Öyle bir yanlış eksene saparsa bu kez Cenâb-ı Hakk’ı da olması gerektiğinden daha farklı, daha yanlış tasavvur etmeye başlar. Kulun, kendi tasavvuru bozulunca, Allah hakkındaki tasavvuru bozulunca, artık bir hayalin yani batılın peşine düşmüş olur ki Cenâb-ı Hakk, çok uzun müsaade etmez. Bir süre sonra o kula, hayatın içerisindeki herhangi bir sebeple, bir çelme ile düşürür. Kendine gelsin, tekrar acziyetinin farkına varsın, Rabb'ine olan ihtiyacının zaruretine uyansın, düzelsin, ıslah olsun diye.

Ama bir sonraki, bir sonraki...

Kul her ayaklarını sağlam bastıkça, kendini bir şey zannetme yönelir, Cenâb-ı Hakk'ın

saygısını gönüllü sürdürmeye yanaşmaz ise illa cebir ile Cenâb-ı Hakk cebir ile bu meseleyi

sonuçlandırmaz. Çünkü kullarından, gönüllü, Cenâb-ı Hakk’ı sevdikleri için isteyerek bir

saygıya yönelmelerini bekliyor. Bir zaman sonra o kişi artık ümitsiz bir hal alır ve iflah olmaz

bir sürece girmeye başlar. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna biz gelmezsek, Cenâb-ı

Hakk, bizi huzuruna çağırır. Ezanla gelmezsek hemşire ile çağırır, doktorla çağırır,

başka... Bunların hepsi Cenâb-ı Hakk'ın ordularının birer elemanı gibi. Bizler de öyleyiz,

farkında olmadan bir adamın kapısını çalarken aslında Cenâb-ı Hakk'ın ona götürdüğü

mesajı ulaştırırız.

O bakımdan Allah Azze ve Celle, kulunu çağırıp kendisini ıslah etmesi için onu zorlar ama bu

cebir olmaz, mecbur bırakmaz. Kul iyileştikçe kendisi, yolun kalan kısmını gönüllü devam

etmeyi isterse o zaman bakmışsın ki sağlığına kavuştuğu halde fakirlikten çıkıp zenginliğe

ulaştığı halde, itibar sahibi, iş güç sahibi olduğu halde yine Cenâb-ı Hakk'ın nidasına kulak

verip huzura gelmiş ve;

Diye kendisini tazeliyor, bu kez kendisi isteyerek bunu yapıyor.

—Ya Rabb'i!.. Arkada hiçbir zor, baskı yok, sırf seni sevdiğim için buraya geldim...

Diyebiliyor, İşte bu;

De ki eğer Allah'ı seviyorsanız bana tabi olun, dediği yolun başlangıcı. Bu yolun neticesinde,

Allah'ın da kulu sevmesi var. Bu, muhteşem bir şey. Cenâb-ı Hakk'ın da kulu sevmesi var.

Resulullah dedi ki:

—Cenâb-ı Hakk, kulunun bu Kendisi’ne doğru sevgi adımlarına yaklaşmalarına Allah Azze

ve Celle daha fazla karşılık verir. Onunki bir karış olsa Cenâb-ı Hakk'ınki bir zira’ olur, kulaç

olur. Onunki bir adım olsa, yürüyerek olsa Cenâb-ı Hakk'ınki koşarak gibi olur.

Dolayısıyla kul, Cenâb-ı Hakk’a sevgisini yaşamaya kalktı mı Cenâb-ı Hakk böyle, ona yüz

vermeyen, ona bu hususta yaklaşmayan hani böyle bağışlayın ifademi, insanlar arasında

olur, nazlanır, yüz vermez, zorluk çıkarır, sevgiye karşılık vermez. Allah Azze ve Celle,

kullarının sevgisine daha baştan, peşinen açıktır ve kul yeter ki Cenâb-ı Hakk'ın kapısını

çalsın. Kul yeter ki Cenâb-ı Hakk’a;

—Ya Rabb'i ben, ‘Sensiz’ yaşamaktan vazgeçtim. Bundan böyle Sen’inle

yaşayacağım. Sabahtan kalkıp yürüdüğüm yolda, attığım adımda, yaptığım işte hep

‘’Rabb'im ne der, O bundan memnun olur mu olmaz mı?..’’ Hep Sen’in düşüncen ile hareket

edeceğim. Bana verdiğin imkanları, San’a karşı kullanmayacağım. Bana verdiğin hayat

imkânını, Seni ‘yok sayarak’ Sen ‘yokmuşçasına’ kendi başına buyruk

yaşamayacağım. Bundan böyle farkındalığımı, zemine ayaklarımı basarak; “Bu hayatı bana,

Cenâb-ı Hakk ihsan etti. O’nun havasını soluyup O’nun gıdasını tüketiyorum. Sağlıklı

olduğum bugünlerde, zengin olduğum, imkân sahibi olduğum, itibar sahibi olduğu olduğum

bugünlerde ben, Allah Azze ve Celle‘yi sevdiğim için O’nun istediği gibi yaşayacağım...

Demesi, bu kapıyı kul böyle çalar.

Yoksa Cenâb-ı Hakk’a, uzaktan uzağa selam göndermek gibi bir şey yok. Allah Azze ve

Celle’nin, kulun Cenâb-ı Hakk’a;

—Artık Ya Rabb'i barışalım...

Demesi, Allah Azze ve Celle’ye itaate yönelmesi demektir. Cenâb-ı Hakk'ın istediği gibi

hayatı yaşamaya başlaması demek. Bu yüzden Resulullah bunu tövbe ile ilişkilendirildi. Bir

gün örnek verdi dedi ki:

—Mesela eskiden çok gidip de gelmeyenler olurmuş.

Hatta bizde de deyimi var, gitmek var gelmek yok diye... O zamanlar seyahatler, bugünkü

gibi kısa sürmediği gibi yola çıktıktan sonra da dönünceye kadar haber alamazsanız. Bazen

de öyle olur ki artık hiç haber gelmez. Hatta bizim fıkıhçılarımız merak etmişler, demişler ki:

‘’Adam, seyahate gitti, dönmedi bir türlü. Aradan üç ay geçti, beş ay geçti, bir sene geçti, iki

sene geçti, üç sene beş sene... Geride hanımı var. Hanımı boşanmış mıdır yoksa hala evli

midir? Nikahı devam mı ediyor yoksa talak gerçekleşti mi bunun bir haddi hududu var mı?..’’

Diye, eskiden de böyleymiş. Resulullah, böyle bir örnek verdi, dedi ki;

—Üzerinden çok zaman geçmiş, artık ümitler yok. Adamın geride bıraktığı çocuklar koca

adam olmuşlar. Adamın geride bıraktığı vakti ile bıraktığı hanımı, yaşlı bir kadın olmuş. Böyle

kırk elli sene geçmiş gibi. Bir akşam vakti kapı çalsa, dedi Rasulallah ,صلى الله عليه وسلم kapı çalsa, kapının

önünde yaşlı bir adam belirse ve dese ki:

—Ben bu hanenin sahibiyim.

Kapıyı açan delikanlı -veya adam neyse- büyümüş.

—Sen kimsin, ne diyorsun?

Tanımadı hiç, biraz ileri geri konuştular. Evdeki yaşlı nine, sesten tanıdı, dedi:

—Babanız gelmiş!..

Rasulallah sordu, dedi ki:

—Ne kadar sevinirler?..

Dediler ki:

—Ya Rasulullah!.. Onlar, felaket sevinirler, beş beş olurlar.

Yani o hanenin o akşamki sevincini kimse düşünemez. Aradan kırk elli sene sonra adam

çıkıp geri gelmiş. Artık hapis mi ettiler onu, düşmanın eline mi geçti, esir mi tutuldu? Ne

olduysa olmuş, haber bile gönderememiş ama bir şekilde “artık yaşlı adamdır” diye

salıvermişler çıkmış gelmiş. Eşkiyalar mı tuttu, haramiler mi bilinmez ama eskiden bunlar ola

gelir, bilinir şeylermiş. Rasulallah صلى الله عليه وسلم bu bilinen duyguyu onlara tarif etti. Dediler ki:

—Müthiş sevinir, bu sevincin tarifi yok Ya Rasulallah!..

O zaman Hz. Peygamber tam onların bu duyguyu tanıdıkları ve anladıkları bir anda dedi ki:

Bilesiniz ki Allah da kulunun dönmesine böyle sevinir!..

Kulunun; menhiyata gitmiş, yanlış istikametlere gitmiş, Cenâb-ı Hakk’ı yok saymış, varmış

gibi değil de sanki hiç Rabb'i yokmuş gibi davranmış, yaptığı hiçbir işte;

—Cenâb-ı Hakk bundan kızar mı? Bundan memnun olur mu?..

Bunu yapıyor ama bir kaygı duymamış, böyle bir kimseden bahsediyoruz. Bu fısk hali... Bu

kimse “Allah bir” dese de durumu çok sıkıntılı, çünkü fasık, Cenâb-ı Hakk’ın hiçbir sözü, onun

hayatında karşılık bulmuyor veya çok az sayıda karşılık buluyor.

Halbuki kul, Müslüman dediğimiz zaman, Cenâb-ı Hakk’ın emrine teslim olmuş kimseden

bahsediyoruz, o;

—Allah Azze ve Celle ne der?..

Kaygısıyla, düşüncesiyle hareket ediyor. Onun Cenâb-ı Hakk ile ilişkisi barışçıl, irtibatı kavi,

düzgün. Yoksa namaz bile kılmıyor ama;

—Ben, Rabb'imle çok iyiyim, diyor.

Cenâb-ı Hakk'ın emir ve yasaklarına karşı kayıtsız ama “Ben, Rabb'imle çok iyiyim” diyor.

Bunlar sözde şeyler. Söz ile olsaydı çok şey olurdu ama söz kâfi değil. Burada, içinde

bulunduğumuz bir hayat var. Cenâb-ı Hakk, o yüzden bizi hayatın içerisine getirdi.

Sonra sizi yeryüzünde, onlardan sonra halefler kıldık;

Bakalım nasıl amel edeceksiniz? Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk, nasıl amel edeceğiz, nasıl

yapacağız diye. ‘Nasıl söyleyeceğiz’ diye değil;

—Sözlerimizi nasıl hayatımıza iz düşüreceğiz, tatbik edeceğiz?..

Dolayısıyla kulun fiiliyle, hareketleriyle, davranışıyla ‘hamd’ı Alemlerin Rabb'i olan Allah Azze

ve Celle’ye tahsis etmesi lazım ama namazda:

Diyor, kapıya çıkıyor, herhangi bir muktedirin hatırına, Hakk’ı inkâr ediyor. Mesela patronun

hatırına namazı yok sayıyor, oruçtan vazgeçiyor. Hanımın hatırına, yine Allah Azze ve

Celle’nin hatırından vazgeçiyor. Bu, esas sokakta olan, evde olan, hayatta olan bizim

hamdımız yani övgümüz, mutlak olarak Allah'a ait midir, değil midir?.. O, önem arz ediyor.

—Ama namaz kılıyor böyle bir kimse...

Derseniz, Cenâb-ı Hakk dedi ki:

—Bir de namazı zayi edenler var!..

Namazı zayi edenler!..

Sonra, bazıları geldi. Bunlar namazı zayi ettiler. Demedi ’’namazı bıraktılar’’ Namazı hala

kılıyorlar ama zayi etmişler. Burada namazı kılıyor ama dışarıda, namaz ile uygun

düşmeyen, Cenâb-ı Hakk'ın emir ve yasakları ile uygun düşmeyen ameller yapabiliyor. O

zaman namaz eğer kişiyi münkerden sakındırmıyorsa o, kâmil bir namaz değil demek ki.

Çünkü Cenâb-ı Hakk dedi ki;

Namaz insanı kötülükten alıkor. Namaz bekçi olur, kalkan olur, kişiyi kötülüklere karşı korur.

Beni korumuyorsa o zaman ben de namazı hala kıldığım halde beni menhiyattan uzak

durdurmuyorsa; o zaman namazımdan almam gerekeni alamıyorum, demektir. Bu da

namazın hakkı ile kılınmadığına işarettir. O yüzden huzura geldik mi;

Diye bir önceki vakit ile bir sonraki vakit arasını tekrardan tazeleyip arada;

—Şuurdan ne kaybettik? Düşünceden ne kaybettik? Ne kadar Cenâb-ı Hakk’tan uzaklaştık?..

Tekrardan mesafeyi kapatmak ve olan ufak tefek sapmaları düzeltmek için buna ihtiyacımız

var. O yüzden Cenâb-ı Hakk:

Bunu vakitlendirilmiş bir emir olarak namazı, müminlerin üzerine farz kıldık, buyuruyor.

O yüzden Rasulullah dedi ki:

—Bu namazlar hakkıyla kılındı mı bir sonraki vakit, önceki vakit ile arasını temizler.

Yani arada ne kadar sıkıntı olduysa, o bir sonraki vakitte tekrar gelip;

—Ya Rabbi! Hamd sana özgüdür, hamd sana hastır. Ben, arada bazı yanlışlar ettim

bunlardan ötürü kendini düzeltmek istiyorum, tashih etmek istiyorum...

Bu kadar ihtiyacımız var. Kan nasıl kalbe uğrar, akciğere uğrar, her uğradığında tekrar

tazelenir ise şu sokaklardaki insanlar, camiye uğradıkça tazelenirler. Yoksa kirli kan gibi

dolaşırlar. O yüzden buralar, toplumun akciğerleri gibi, toplumun kalbi gibidir. Buralarda

insanlar, tekrar şu ezanı nidayı duyup tazelenirler. Burada her gelişimizde illaki iki vakit

arasında günah işleyip Cenâb-ı Hakk’tan uzaklaşmış ve tekrar tövbe etmek düşüncesi ile

huzura gelmiş bir günahkâr hissi ile çıkmalıyız Cenâb-ı Hakk'ın önüne. Yoksa;

—Bende zaten kusur yok, buraya da fuzuli geliyorum. Onu günahkârlar düşünsün, hissi başlı

başına bir tekebbürdür.

Allah'ın elçisi صلى الله عليه وسلم dedi ki başka bir teşbih yaptı;

—Düşünün, dedi. Evinizin önünde bir nehir akıyor. Adamın birinin evinin önünde nehir akıyor.

Bu adam da o kadar meraklı ki yıkanmaya. Böyle sabah çıkıp atlıyor suyun içerisine

yıkanıyor, geri dönüyor. Öğlen oluyor çıkıp atlıyor suyun içerisine yıkanıyor, yetmiyor. İkindi

oluyor geçip atlıyor suyun içerisine, yıkanıyor.

O da nehir, durağan su da değil. Durağan su, o kadar paklamaz çünkü durağan su o kadar

temizlemez. Nehir ise alır götürür hatta kendini tutamazsan seni de götürür. Ama iyi yüzücü

giriyor, nehirde yıkanıp çıkıyor. Akşam da yıkansa, yatmadan önce de yıkansa her gün onda

beş kez yıkanıyor.

Sordu Hz. Peygamber صلى الله عليه وسلم:

—Onun kirinden hiçbir şey bırakır mı geriye?..

Dediler ki:

—Böyle adamda kir kalmaz. Sürekli oluşabilecek her türlü kiri hemen girip yıkanıyor, hemen

girip yıkanıyor. Bu kadar sık yıkanan adam, sürekli temizleniyor demektir.

Onlar böyle cevap vermişken, Hz. Peygamber dedi ki:

—İşte beş vakit namaz da böyledir, kişiyi sürekli tazeler.

Bu hem zihin dünyamızdaki lekeleri tazeler, zaten asıl lekeler kalbe düşen lekelerdir,

amelden kalbe uzanır.

Cenâb-ı Hakk dedi ki:

Yaptıkları yanlış işler, kalplerini lekelemeye başladı. Yani ellerine bulaşır, çabuktan vazgeçip

temizlenmezsen elden ta kalbe uzanır. Leke, eldeki pislik, el kiri gibi kalmaz kalp kirine

dönüşür. Eğer bu adam, namazsızsa, tövbesiz ise günahları, hayatında sabitlemiş ise öyle

bir zaman gelir ki kalp, lekelene lekelene lekelene, kararır. Karardıktan sonra eğer yine

Cenâb-ı Hakk’a dönmemek için ısrar eder, inat ederse bir zaman gelir mühürlenir. Yani

içi böyle kömür dolmuş gibi olur, işlevini yitirir, fonksiyonlarını kaybeder. O yüzden bu

tazelenme bu yenilenme bizi, bedenimizden, abdest ile başlayan huzurda ta kalbimize

kadar uzanan bir tazelenme, bir yenilenmelidir.

Şimdi anlıyor musunuz insanlar niçin psikolojik rahatsızlıklar adını bile bilmediğimiz acayip

acayip hatta doktorların teşhislerini koyamadığı nice mutsuzluklar, acayip çeşitlerde... Çünkü

kul, her birimiz Allah'ın yapımı O'nun yaratması varlıklarız. Cenâb-ı Hakk ile barışık olmaz

12 S. Müslim, 667

13 Mutaffifin Suresi 14. Ayet.

isek, Allah'ın bize vaat ettiklerini tutunmaz isek hayat bu kısacık aralıkta bizi mutlu etmeye,

bizi motive etmeye bile kâfi gelmez, yeterli olmaz. Sık sık bunalımlara, boşluklara ve

çaresizliklere düşeriz. Böyle olan kimseler de bir adım sonra, şeytanın oyuncağı haline

gelirler. Cenâb-ı Hakk dedi ki;


Şeytanın kendisini çöllere düşürüp şaşkın şaşkın dolaştırdığı bir adam gibi... Yön bilmiyor,

istikamet bilmiyor, ne yapacağını bilmiyor, şeytan;

—Biraz böyle, diyor...

Öyle gidiyor.

—Biraz, burada mutluluk var, diyor.

Oraya gidiyor, şeytan;

—Gel bu tarafa, burada bu sefer mutluluk var, diyor.

Hiçbirinden sonuç alamayan, bir zavallı durumuna düşüyor, istikameti olmayan!..


Prof. Dr. Halis AYDEMİR

CUMA Vaazları

Nilüfer Merkez Camii

23.10.2020 tarihli

Fatiha Suresi

13. DERS


https://youtu.be/UIrQ6eKJXKU

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder