-Kul, kendi kulluk acziyetini, kulluk çaresizliğini, kul olarak ne kadar muhtaç ve fakir olduğunu bilirse Cenâb-ı Hakk’ın o kadar mutlak muktedir, mutlak zengin, mutlak ihtiyaçsız yani Ğani olduğunu kestirmeye başlar.
Kul, kendisini bir şey zannetmeye başladıkça, biraz biraz kendisine yeter sanmaya başladıkça o kulun Cenâb-ı Hakk’ı tasavvuru da bundan yara almaya başlar. O kulun Allah Azze ve Celle’ye bakışı da bozulmaya başlar. Zenginleştikçe kendisini, kendisine yeter sanmaya başladı mı bu kez Cenâb-ı Hakk'ın nasıl mutlak ‘’Ğani’’ olduğunu anlaması bozulmaya başlar.
Dolayısıyla kul kendisini, acziyetini, kulluğunu, hiçliğini daha doğrusu; eline geçenlerin nasıl kaybolup gideceğini, kendisinin bunlar ile sadece sınandığının farkındalığını iyi yaşarsa, bu da onun sürekli oksijen alır gibi kendi bilincini tazelemesi gerekir ki kul, kendi kulluğunun farkındalığı hususunda yanlış bir eksene sapmasın. Öyle bir yanlış eksene saparsa bu kez Cenâb-ı Hakk’ı da olması gerektiğinden daha farklı, daha yanlış tasavvur etmeye başlar. Kulun, kendi tasavvuru bozulunca, Allah hakkındaki tasavvuru bozulunca, artık bir hayalin yani batılın peşine düşmüş olur ki Cenâb-ı Hakk, çok uzun müsaade etmez. Bir süre sonra o kula, hayatın içerisindeki herhangi bir sebeple, bir çelme ile düşürür. Kendine gelsin, tekrar acziyetinin farkına varsın, Rabb'ine olan ihtiyacının zaruretine uyansın, düzelsin, ıslah olsun diye.
Ama bir sonraki, bir sonraki...
Kul her ayaklarını sağlam bastıkça, kendini bir şey zannetme yönelir, Cenâb-ı Hakk'ın
saygısını gönüllü sürdürmeye yanaşmaz ise illa cebir ile Cenâb-ı Hakk cebir ile bu meseleyi
sonuçlandırmaz. Çünkü kullarından, gönüllü, Cenâb-ı Hakk’ı sevdikleri için isteyerek bir
saygıya yönelmelerini bekliyor. Bir zaman sonra o kişi artık ümitsiz bir hal alır ve iflah olmaz
bir sürece girmeye başlar. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna biz gelmezsek, Cenâb-ı
Hakk, bizi huzuruna çağırır. Ezanla gelmezsek hemşire ile çağırır, doktorla çağırır,
başka... Bunların hepsi Cenâb-ı Hakk'ın ordularının birer elemanı gibi. Bizler de öyleyiz,
farkında olmadan bir adamın kapısını çalarken aslında Cenâb-ı Hakk'ın ona götürdüğü
mesajı ulaştırırız.
O bakımdan Allah Azze ve Celle, kulunu çağırıp kendisini ıslah etmesi için onu zorlar ama bu
cebir olmaz, mecbur bırakmaz. Kul iyileştikçe kendisi, yolun kalan kısmını gönüllü devam
etmeyi isterse o zaman bakmışsın ki sağlığına kavuştuğu halde fakirlikten çıkıp zenginliğe
ulaştığı halde, itibar sahibi, iş güç sahibi olduğu halde yine Cenâb-ı Hakk'ın nidasına kulak
verip huzura gelmiş ve;
Diye kendisini tazeliyor, bu kez kendisi isteyerek bunu yapıyor.
—Ya Rabb'i!.. Arkada hiçbir zor, baskı yok, sırf seni sevdiğim için buraya geldim...
Diyebiliyor, İşte bu;
De ki eğer Allah'ı seviyorsanız bana tabi olun, dediği yolun başlangıcı. Bu yolun neticesinde,
Allah'ın da kulu sevmesi var. Bu, muhteşem bir şey. Cenâb-ı Hakk'ın da kulu sevmesi var.
Resulullah dedi ki:
—Cenâb-ı Hakk, kulunun bu Kendisi’ne doğru sevgi adımlarına yaklaşmalarına Allah Azze
ve Celle daha fazla karşılık verir. Onunki bir karış olsa Cenâb-ı Hakk'ınki bir zira’ olur, kulaç
olur. Onunki bir adım olsa, yürüyerek olsa Cenâb-ı Hakk'ınki koşarak gibi olur.
Dolayısıyla kul, Cenâb-ı Hakk’a sevgisini yaşamaya kalktı mı Cenâb-ı Hakk böyle, ona yüz
vermeyen, ona bu hususta yaklaşmayan hani böyle bağışlayın ifademi, insanlar arasında
olur, nazlanır, yüz vermez, zorluk çıkarır, sevgiye karşılık vermez. Allah Azze ve Celle,
kullarının sevgisine daha baştan, peşinen açıktır ve kul yeter ki Cenâb-ı Hakk'ın kapısını
çalsın. Kul yeter ki Cenâb-ı Hakk’a;
—Ya Rabb'i ben, ‘Sensiz’ yaşamaktan vazgeçtim. Bundan böyle Sen’inle
yaşayacağım. Sabahtan kalkıp yürüdüğüm yolda, attığım adımda, yaptığım işte hep
‘’Rabb'im ne der, O bundan memnun olur mu olmaz mı?..’’ Hep Sen’in düşüncen ile hareket
edeceğim. Bana verdiğin imkanları, San’a karşı kullanmayacağım. Bana verdiğin hayat
imkânını, Seni ‘yok sayarak’ Sen ‘yokmuşçasına’ kendi başına buyruk
yaşamayacağım. Bundan böyle farkındalığımı, zemine ayaklarımı basarak; “Bu hayatı bana,
Cenâb-ı Hakk ihsan etti. O’nun havasını soluyup O’nun gıdasını tüketiyorum. Sağlıklı
olduğum bugünlerde, zengin olduğum, imkân sahibi olduğum, itibar sahibi olduğu olduğum
bugünlerde ben, Allah Azze ve Celle‘yi sevdiğim için O’nun istediği gibi yaşayacağım...
Demesi, bu kapıyı kul böyle çalar.
Yoksa Cenâb-ı Hakk’a, uzaktan uzağa selam göndermek gibi bir şey yok. Allah Azze ve
Celle’nin, kulun Cenâb-ı Hakk’a;
—Artık Ya Rabb'i barışalım...
Demesi, Allah Azze ve Celle’ye itaate yönelmesi demektir. Cenâb-ı Hakk'ın istediği gibi
hayatı yaşamaya başlaması demek. Bu yüzden Resulullah bunu tövbe ile ilişkilendirildi. Bir
gün örnek verdi dedi ki:
—Mesela eskiden çok gidip de gelmeyenler olurmuş.
Hatta bizde de deyimi var, gitmek var gelmek yok diye... O zamanlar seyahatler, bugünkü
gibi kısa sürmediği gibi yola çıktıktan sonra da dönünceye kadar haber alamazsanız. Bazen
de öyle olur ki artık hiç haber gelmez. Hatta bizim fıkıhçılarımız merak etmişler, demişler ki:
‘’Adam, seyahate gitti, dönmedi bir türlü. Aradan üç ay geçti, beş ay geçti, bir sene geçti, iki
sene geçti, üç sene beş sene... Geride hanımı var. Hanımı boşanmış mıdır yoksa hala evli
midir? Nikahı devam mı ediyor yoksa talak gerçekleşti mi bunun bir haddi hududu var mı?..’’
Diye, eskiden de böyleymiş. Resulullah, böyle bir örnek verdi, dedi ki;
—Üzerinden çok zaman geçmiş, artık ümitler yok. Adamın geride bıraktığı çocuklar koca
adam olmuşlar. Adamın geride bıraktığı vakti ile bıraktığı hanımı, yaşlı bir kadın olmuş. Böyle
kırk elli sene geçmiş gibi. Bir akşam vakti kapı çalsa, dedi Rasulallah ,صلى الله عليه وسلم kapı çalsa, kapının
önünde yaşlı bir adam belirse ve dese ki:
—Ben bu hanenin sahibiyim.
Kapıyı açan delikanlı -veya adam neyse- büyümüş.
—Sen kimsin, ne diyorsun?
Tanımadı hiç, biraz ileri geri konuştular. Evdeki yaşlı nine, sesten tanıdı, dedi:
—Babanız gelmiş!..
Rasulallah sordu, dedi ki:
—Ne kadar sevinirler?..
Dediler ki:
—Ya Rasulullah!.. Onlar, felaket sevinirler, beş beş olurlar.
Yani o hanenin o akşamki sevincini kimse düşünemez. Aradan kırk elli sene sonra adam
çıkıp geri gelmiş. Artık hapis mi ettiler onu, düşmanın eline mi geçti, esir mi tutuldu? Ne
olduysa olmuş, haber bile gönderememiş ama bir şekilde “artık yaşlı adamdır” diye
salıvermişler çıkmış gelmiş. Eşkiyalar mı tuttu, haramiler mi bilinmez ama eskiden bunlar ola
gelir, bilinir şeylermiş. Rasulallah صلى الله عليه وسلم bu bilinen duyguyu onlara tarif etti. Dediler ki:
—Müthiş sevinir, bu sevincin tarifi yok Ya Rasulallah!..
O zaman Hz. Peygamber tam onların bu duyguyu tanıdıkları ve anladıkları bir anda dedi ki:
Bilesiniz ki Allah da kulunun dönmesine böyle sevinir!..
Kulunun; menhiyata gitmiş, yanlış istikametlere gitmiş, Cenâb-ı Hakk’ı yok saymış, varmış
gibi değil de sanki hiç Rabb'i yokmuş gibi davranmış, yaptığı hiçbir işte;
—Cenâb-ı Hakk bundan kızar mı? Bundan memnun olur mu?..
Bunu yapıyor ama bir kaygı duymamış, böyle bir kimseden bahsediyoruz. Bu fısk hali... Bu
kimse “Allah bir” dese de durumu çok sıkıntılı, çünkü fasık, Cenâb-ı Hakk’ın hiçbir sözü, onun
hayatında karşılık bulmuyor veya çok az sayıda karşılık buluyor.
Halbuki kul, Müslüman dediğimiz zaman, Cenâb-ı Hakk’ın emrine teslim olmuş kimseden
bahsediyoruz, o;
—Allah Azze ve Celle ne der?..
Kaygısıyla, düşüncesiyle hareket ediyor. Onun Cenâb-ı Hakk ile ilişkisi barışçıl, irtibatı kavi,
düzgün. Yoksa namaz bile kılmıyor ama;
—Ben, Rabb'imle çok iyiyim, diyor.
Cenâb-ı Hakk'ın emir ve yasaklarına karşı kayıtsız ama “Ben, Rabb'imle çok iyiyim” diyor.
Bunlar sözde şeyler. Söz ile olsaydı çok şey olurdu ama söz kâfi değil. Burada, içinde
bulunduğumuz bir hayat var. Cenâb-ı Hakk, o yüzden bizi hayatın içerisine getirdi.
Sonra sizi yeryüzünde, onlardan sonra halefler kıldık;
Bakalım nasıl amel edeceksiniz? Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk, nasıl amel edeceğiz, nasıl
yapacağız diye. ‘Nasıl söyleyeceğiz’ diye değil;
—Sözlerimizi nasıl hayatımıza iz düşüreceğiz, tatbik edeceğiz?..
Dolayısıyla kulun fiiliyle, hareketleriyle, davranışıyla ‘hamd’ı Alemlerin Rabb'i olan Allah Azze
ve Celle’ye tahsis etmesi lazım ama namazda:
Diyor, kapıya çıkıyor, herhangi bir muktedirin hatırına, Hakk’ı inkâr ediyor. Mesela patronun
hatırına namazı yok sayıyor, oruçtan vazgeçiyor. Hanımın hatırına, yine Allah Azze ve
Celle’nin hatırından vazgeçiyor. Bu, esas sokakta olan, evde olan, hayatta olan bizim
hamdımız yani övgümüz, mutlak olarak Allah'a ait midir, değil midir?.. O, önem arz ediyor.
—Ama namaz kılıyor böyle bir kimse...
Derseniz, Cenâb-ı Hakk dedi ki:
—Bir de namazı zayi edenler var!..
Namazı zayi edenler!..
Sonra, bazıları geldi. Bunlar namazı zayi ettiler. Demedi ’’namazı bıraktılar’’ Namazı hala
kılıyorlar ama zayi etmişler. Burada namazı kılıyor ama dışarıda, namaz ile uygun
düşmeyen, Cenâb-ı Hakk'ın emir ve yasakları ile uygun düşmeyen ameller yapabiliyor. O
zaman namaz eğer kişiyi münkerden sakındırmıyorsa o, kâmil bir namaz değil demek ki.
Çünkü Cenâb-ı Hakk dedi ki;
Namaz insanı kötülükten alıkor. Namaz bekçi olur, kalkan olur, kişiyi kötülüklere karşı korur.
Beni korumuyorsa o zaman ben de namazı hala kıldığım halde beni menhiyattan uzak
durdurmuyorsa; o zaman namazımdan almam gerekeni alamıyorum, demektir. Bu da
namazın hakkı ile kılınmadığına işarettir. O yüzden huzura geldik mi;
Diye bir önceki vakit ile bir sonraki vakit arasını tekrardan tazeleyip arada;
—Şuurdan ne kaybettik? Düşünceden ne kaybettik? Ne kadar Cenâb-ı Hakk’tan uzaklaştık?..
Tekrardan mesafeyi kapatmak ve olan ufak tefek sapmaları düzeltmek için buna ihtiyacımız
var. O yüzden Cenâb-ı Hakk:
Bunu vakitlendirilmiş bir emir olarak namazı, müminlerin üzerine farz kıldık, buyuruyor.
O yüzden Rasulullah dedi ki:
—Bu namazlar hakkıyla kılındı mı bir sonraki vakit, önceki vakit ile arasını temizler.
Yani arada ne kadar sıkıntı olduysa, o bir sonraki vakitte tekrar gelip;
—Ya Rabbi! Hamd sana özgüdür, hamd sana hastır. Ben, arada bazı yanlışlar ettim
bunlardan ötürü kendini düzeltmek istiyorum, tashih etmek istiyorum...
Bu kadar ihtiyacımız var. Kan nasıl kalbe uğrar, akciğere uğrar, her uğradığında tekrar
tazelenir ise şu sokaklardaki insanlar, camiye uğradıkça tazelenirler. Yoksa kirli kan gibi
dolaşırlar. O yüzden buralar, toplumun akciğerleri gibi, toplumun kalbi gibidir. Buralarda
insanlar, tekrar şu ezanı nidayı duyup tazelenirler. Burada her gelişimizde illaki iki vakit
arasında günah işleyip Cenâb-ı Hakk’tan uzaklaşmış ve tekrar tövbe etmek düşüncesi ile
huzura gelmiş bir günahkâr hissi ile çıkmalıyız Cenâb-ı Hakk'ın önüne. Yoksa;
—Bende zaten kusur yok, buraya da fuzuli geliyorum. Onu günahkârlar düşünsün, hissi başlı
başına bir tekebbürdür.
Allah'ın elçisi صلى الله عليه وسلم dedi ki başka bir teşbih yaptı;
—Düşünün, dedi. Evinizin önünde bir nehir akıyor. Adamın birinin evinin önünde nehir akıyor.
Bu adam da o kadar meraklı ki yıkanmaya. Böyle sabah çıkıp atlıyor suyun içerisine
yıkanıyor, geri dönüyor. Öğlen oluyor çıkıp atlıyor suyun içerisine yıkanıyor, yetmiyor. İkindi
oluyor geçip atlıyor suyun içerisine, yıkanıyor.
O da nehir, durağan su da değil. Durağan su, o kadar paklamaz çünkü durağan su o kadar
temizlemez. Nehir ise alır götürür hatta kendini tutamazsan seni de götürür. Ama iyi yüzücü
giriyor, nehirde yıkanıp çıkıyor. Akşam da yıkansa, yatmadan önce de yıkansa her gün onda
beş kez yıkanıyor.
Sordu Hz. Peygamber صلى الله عليه وسلم:
—Onun kirinden hiçbir şey bırakır mı geriye?..
Dediler ki:
—Böyle adamda kir kalmaz. Sürekli oluşabilecek her türlü kiri hemen girip yıkanıyor, hemen
girip yıkanıyor. Bu kadar sık yıkanan adam, sürekli temizleniyor demektir.
Onlar böyle cevap vermişken, Hz. Peygamber dedi ki:
—İşte beş vakit namaz da böyledir, kişiyi sürekli tazeler.
Bu hem zihin dünyamızdaki lekeleri tazeler, zaten asıl lekeler kalbe düşen lekelerdir,
amelden kalbe uzanır.
Cenâb-ı Hakk dedi ki:
Yaptıkları yanlış işler, kalplerini lekelemeye başladı. Yani ellerine bulaşır, çabuktan vazgeçip
temizlenmezsen elden ta kalbe uzanır. Leke, eldeki pislik, el kiri gibi kalmaz kalp kirine
dönüşür. Eğer bu adam, namazsızsa, tövbesiz ise günahları, hayatında sabitlemiş ise öyle
bir zaman gelir ki kalp, lekelene lekelene lekelene, kararır. Karardıktan sonra eğer yine
Cenâb-ı Hakk’a dönmemek için ısrar eder, inat ederse bir zaman gelir mühürlenir. Yani
içi böyle kömür dolmuş gibi olur, işlevini yitirir, fonksiyonlarını kaybeder. O yüzden bu
tazelenme bu yenilenme bizi, bedenimizden, abdest ile başlayan huzurda ta kalbimize
kadar uzanan bir tazelenme, bir yenilenmelidir.
Şimdi anlıyor musunuz insanlar niçin psikolojik rahatsızlıklar adını bile bilmediğimiz acayip
acayip hatta doktorların teşhislerini koyamadığı nice mutsuzluklar, acayip çeşitlerde... Çünkü
kul, her birimiz Allah'ın yapımı O'nun yaratması varlıklarız. Cenâb-ı Hakk ile barışık olmaz
12 S. Müslim, 667
13 Mutaffifin Suresi 14. Ayet.
isek, Allah'ın bize vaat ettiklerini tutunmaz isek hayat bu kısacık aralıkta bizi mutlu etmeye,
bizi motive etmeye bile kâfi gelmez, yeterli olmaz. Sık sık bunalımlara, boşluklara ve
çaresizliklere düşeriz. Böyle olan kimseler de bir adım sonra, şeytanın oyuncağı haline
gelirler. Cenâb-ı Hakk dedi ki;
Şeytanın kendisini çöllere düşürüp şaşkın şaşkın dolaştırdığı bir adam gibi... Yön bilmiyor,
istikamet bilmiyor, ne yapacağını bilmiyor, şeytan;
—Biraz böyle, diyor...
Öyle gidiyor.
—Biraz, burada mutluluk var, diyor.
Oraya gidiyor, şeytan;
—Gel bu tarafa, burada bu sefer mutluluk var, diyor.
Hiçbirinden sonuç alamayan, bir zavallı durumuna düşüyor, istikameti olmayan!..
Prof. Dr. Halis AYDEMİR
CUMA Vaazları
Nilüfer Merkez Camii
23.10.2020 tarihli
Fatiha Suresi
13. DERS
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder